20’Lİ YAŞLARIN İKİNCİ YARISINDA HAYATTA KALMA KILAVUZU

20’Lİ YAŞLARIN İKİNCİ YARISINDA HAYATTA KALMA KILAVUZU


Köprüden önce son çıkış: E-25


20’li yaşların ikinci yarısındayız… 30’a ve ona bindirilen tüm sorumluluklara beş kala başımızda esen kavak yelleri, yerini sert bir poyraza bırakmış durumda. Artık Cahit Sıtkı Tarancı’nın ‘Otuz Beş Yaş’ şiirini okumaktan öteye geçiyoruz, belki de ilk defa anlıyoruz, hatta özümsüyoruz. Hayatımızın baraj kapaklarını açıyoruz ve taşkın kontrolü için aynı yaş aralığını paylaştığımız insanlardan nasihat almayı umuyoruz; ancak onun yerine daha çok soru işaretinde boğuluyoruz. Kravat boynumuzu sıkıyor, kalem etekler içinde yürümek zor geliyor; çünkü plaza kimliklerimiz henüz üstümüze tam oturmuyor. Dört senelik yatırımımızı, emin olmadığımız havalı işlerde çalışarak harcıyor, geleceğe yatırım yapıp yalnız kalmamak için emin olmadığımız insanlarla beraber oluyoruz.

Kirasını ailemizin değil, bizim ödediğimiz evde 20’lerin ilk yarısında kıymetini çok anlayamadığımız şarap şişelerini devirirken hayatı sorguluyoruz. Her sabah aynı saatte, aynı vapurla işe giderken kendimizi kurulmuş oyuncaklar gibi hissediyoruz. 26. katta bulunan havalı ofisimizden baktıkça anlamsızlaşan Boğaz manzarasına dalıyoruz. Köprüden önce son çıkışı kaçırmış da yanlış yola sapmışız şüphesine düşüyor ve küçük çaplı bir varoluş krizine giriyoruz.

Artık hangover’ların can acıttığı 20’li yaşların ikinci yarısındayız. Sabah uyanınca başımızın ağrımasından, mide bulantısından ya da akşama kadar ayılamamaktan bahsetmiyorum. İçip içip sarhoş olmamasıyla övündüğümüz bünyemiz alarm verince hangover, fiziksel olarak değil duygusal olarak canımızı acıtıyor. Kalbimizin midesi bulanıyor. Artık istediğimiz her gece kulübüne girebiliyoruz; ancak şimdi de her gece dışarı çıkmak için yaşımız tutmuyor.

Taylor Swift ve Beyoncé’nin şarkı sözleri arasında takılıp kalmış gibi hissediyoruz. Britney Spears’ın “I’m not a girl, not yet a woman…” sözlerinin güldürürken düşündürdüğünü fark ediyoruz. Üniversitedeki gibi, “Benim yerime imza atar mısın?” diyerek sorumluluklarımızdan muaf olamıyor, Salı akşamı parti parti gezmeye karar verirsek, sonuçlarına Çarşamba gününü 48 saat yaşayarak katlanıyoruz.

Sevgilimiz, sosyal medya yüzünden asla isminin başına ‘eski’ unvanını ekleme şerefine nail olamıyor. Onu Facebook’tan silsek de, ortak arkadaşlarımız tarafından etiketlendiği bir albümde karşımıza çıkıyor. Instagram’dan takibi bıraksak, bu kez sıkıcı bir cumartesi gecesi saat 03:45’te stalk içgüdüsü kanımıza giriyor. Eski sevgililer ya hayalet olarak hep bizimle yaşıyor, ya da daha kötüsü geri dönüşüm kutusuna atıldıktan sonra ısıtıp ısıtıp servis ediliyor.

Başımız aşağıda yazışıyoruz ve gözlerimizi telefonlarımızın parlak ekranınından bir türlü ayıramıyoruz. İnsanlar artık vapurda martıları izlemiyor, Candy Crush oynuyor. Arkadaşlar bir araya geldiğinde herkes akıllı telefonlarıyla ilgileniyor, akıl danışmak için Google’ı tercih ediyor. Instagram’a girmediğimiz dokuz buçuk dakikada ise olan bitene bakıp aynı anda televizyon izleyip, aynı anda da bir sohbeti sürdürmeye çalışıyoruz. Telefonlarımızın çekim gücü artarken, dostlarımızın kapsama alanından çıkıyoruz ve Spike Jonze’un Her’üne benzemeye bir adım daha yaklaşıyoruz.

Lost’un ilk 3 sezonunu 2 günde bitirdiğimiz üniversite yılları gibi oturup dizi maratonu yapmak istiyoruz, yapamıyoruz. Tüm bölümlerini onlarca kez izlediğimiz Sex and the City’yi veya Boardwalk Empire’ı tekrar izlemek istiyoruz, boş durmanın verdiği vicdan azabının sesinden diziyi duyamıyoruz. Hiçbir şey yapmadan evde vakit geçirmek için artık hem çok genç, hem de çok yaşlıyız…

Arkadaşlarımıza hayat koçu edasıyla büyük konuşmalar yapıyor ve onları limitsiz olasılıkların gerçekliğine inandırıyoruz. Bu sırada Mark Zuckerberg’ün veya 21 yaşında The Blonde Salad’ı kurup 27 yaşında Forbes’un radarına giren Chiara Ferragni’nin başarıları yüzünden kendimizi otomatikman başarısız ilan ediyor, öz eleştiriden buldozerler yapıp öz güvenimizi yerle bir ediyoruz.

Dünün pişmanlıkları ve yarının endişeleri arasında o kadar sıkışıp kalmış haldeyiz ki, önümüzü göremiyoruz. Bir dakika duralım ve içimizde bir farkındalık fırtınası kopartalım. Artık 20’li yaşların ilk yarısında değiliz; ama aynı zamanda sadece 20’lerimizdeyiz. Ne veya kim olmamız gerektiğine kafa yormayı bırakıp, biz biz olursak varolmanın dayanılmaz hafifliğinin keyfini çıkarabiliriz.

 

Görseller: Bilgesu Parmaksız