AKSİYON SİNEMASININ YENİ SÜPER KÖTÜSÜ: GÖZETİM

AKSİYON SİNEMASININ YENİ SÜPER KÖTÜSÜ: GÖZETİM


Kendisi mi kötü, yoksa çevresi mi?


Not: Bu yazı, Jason Bourne filminde gelişen olaylarla ilgili bilgi içermektedir.

Günümüzün sosyal ve politik meseleleri değiştikçe, bazı tartışmaların önemi arttıkça aksiyon sinemasının çehresi de yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Özgürlük – güvenlik eksenindeki tartışmalar her zaman gündemdeydi ancak önce Wikileaks belgeleri, sonra Edward Snowden’ın sızıntılarıyla yıllar ilerledikçe farklı boyutlar kazandı. Günümüzde geçen aksiyon sinemasının son halkaları da bundan etkileniyor ve temel çatışmaları olarak bu konuya yer verirken orta yolcu bir yaklaşım benimsiyor.

Distopyaları hariç tutarsak kitlesel gözetim işinin sinemadaki kökleri 1998 yapımı Enemy of the State’e kadar gidiyor. Daha yakın geçmişe gittiğimiz zaman ise 2008’de çıkan iki filmle karşılaşıyoruz: Eagle Eye ve The Dark Knight. The Dark Knight’ta Batman, Joker’i yakalamak için Gotham’daki bütün cep telefonlarını hack’leyerek sonar dalgalardan oluşan bir sistem yaratıyor. Filmin konuya yaklaşımı, Fast and Furious serisinin son filmi Furious 7’a yakın. Furious 7’daki Nathalie Emmanuel’in canlandırdığı Ramsey adlı hacker’ın bulduğu “God’s Eye” (Tanrı’nın Gözü) adlı program da kamera kullanan her türlü cihazı kırarak dünyanın herhangi bir yerindeki bir kişiyi saniyeler içinde bulabiliyor. Batman’in cihazı Lucius Fox tarafından ortadan kaldırılırken God’s Eye bir patlamada yok oluyor. İki filmin de bu teknolojiye yaklaşımı “kötü adamı bulurken bir seferlik deneyelim, ama kötü ellere geçerse çok fena” olarak kayda geçiyor. Eagle Eye’daki durum ise biraz daha farklı. “Autonomous Reconnaissance Intelligence Integration Analyst” (AARIA) olarak adlandırılan bilgisayar sistemi, kendi inisiyatifiyle hareket ederken eylemlerini kamu yararı ve milli savunma gibi gerekçelerle meşrulaştırıyor. Yok edilmesinin ardından yapılan toplantıda ise Savunma Bakanı, “özgürlüğümüzü korumak için uyguladığımız tedbirler bazen özgürlüğümüze en büyük tehdit haline geliyor” diyerek yeni bir süper-bilgisayarın yapılmaması gerektiği konusunda komiteyi uyarıyor.

Gözetim meselesi Bond serisinin son filmi Spectre’da da karşımıza çıkıyor. Moriarty olarak tanıdığımız Andrew Scott’ın karakteri C’nin başlatmaya çalıştığı “Nine Eyes” (Dokuz Göz) adlı program adını, Britanya’nın sekiz ayrı ülkeyle kuracağı bir küresel gözetleme ve istihbarat ortaklığından alıyor. En sonunda ise filmin başından beri dünyanın çeşitli yerlerinde görülen terör saldırılarının bu programın gerçekleşmesi için Bond’un peşinde olduğu örgüt SPECTRE tarafından düzenlendiği anlaşılıyor ve “Nine Eyes” projesi sonlandırılıyor.

Bir diğer örnek, Captan America serisinin üçüncü filmi Civil War… 2006-2007’de yayımlanan aynı adlı çizgi romandan uyarlanan film, son on yıldır etrafında dönülen tartışmaların süper kahramanlar arasında yaşanma biçimine odaklanıyor. Adını devletin kendisinden alan Captan America normal şartlarda ondan beklenmeyecek bireyci bir yaklaşım sergilerken Iron Man güvenlikçi paradigmanın etkisi altında kalıyor. Bu sefer işin içine bir süper kötü olarak gözetimin sokulmuyor olsa da süper güçlerin taşıdığı potansiyel üzerinden iki kutup yeterince temsil edilebiliyor. Kaptan Amerika’nın savunduğu fikir, “süper gücün kötü elleri geçmemesi” ilkesi üzerinden diğer filmlerdeki yaklaşımlarla bağdaşıyor.

Yakın geçmişin özgürlük – güvenlik eksenindeki son tartışması, FBI’ın Apple’dan Aralık 2015’teki San Bernardino saldırılarını yapan teröristlerden birinin telefonunun şifresinin kırılmasını talep ettiğinde gerçekleşti. Apple’ın bunu reddetmesinin ardından başlayan dava süreci, FBI telefonun adı verilmeyen üçüncü bir partinin yardımıyla kırıldığını belirtene kadar devam etti. Jason Bourne’da Riz Ahmed’in canlandırdığı Aaron Kalloor da CIA ile benzer bir anlaşmazlığa düşüyor. Hayali sosyal medya platformu Deep Dream’in kurucusu Kalloor’un, başında olduğu şirketle ve kişisel tarzıyla Facebook kurucusu Mark Zuckerberg’ü epey andırdığını söylemek mümkün. Deep Dream’in teknolojisinin geliştirilmiş gözetim için kullanılmasını güvenlik üzerinden meşrulaştırmaya çalışan CIA Direktörü Robert Dewey’e karşı Aaron Kalloor mahremiyeti ileri sürüyor. Zuckerberg de FBI ile Apple arasındaki anlaşmazlıkta Apple’ı desteklediğini açıktan belirtmişti. Öte yandan onun istihbarat birimleriyle o zamana kadar filmde Kalloor için işaret edildiği gibi bir “danışıklı dövüş” içinde olduğunu iddia etmek spekülatif olur. Filmdeki bir diğer karakter olan hacker Christian Dassault ise yalnızca soyadıyla değil, aynı zamanda görüşleriyle de Wikileaks kurucusu Julian Assange’ı andırıyor. Edward Snowden belgelerini kamuoyuna sunan gazetecilerden biri olan Glenn Greenwald, geçtiğimiz günlerde Slate’e verdiği bir röportajda Wikileaks ile ele geçirilen belgelerden ne kadarının paylaşılıp ne kadarının editlenmesi gerektiği üzerine aynı fikre sahip olmadıkları için Snowden dosyalarının paylaşımı sırasında onların tepkisini çektiğinden bahsetmişti. Greenwald belgelerin masum insanların mahremiyetini engellemeyecek şekilde redakte edilmesi gerektiğine inanırken Assange herhangi bir müdahale olmaksızın tamamının paylaşılması gerektiğini savunuyordu. Christian Dassault’nun Bourne’a söyledikleri de bununla paralel, nitekim Jason Bourne filmi de bütün bu konuya “aslında kimse masum değil” fikri üzerinden yaklaşıyor.

Toparlamak gerekirse aksiyon sineması hem dünyada devam eden tartışmalardan etkileniyor, hem de kendisini daha “ilişkilendirilebilir” kılmak için bunları kullanıyor. Hollywood ana akımı, özgürlük – güvenlik eksenindeki tartışmalarda her kutba eşit mesafede durmaya çalışırken merkeze kimi zaman “iyi ellerdeyse kullanılabilir” mesajı da verilen yeni bir süper kötüyü, gözetim meselesini koyuyor olsa da anlatısı içinde onunla ana karakterlerinin farklı motivasyonlarının gerektirdiği kadar ilgileniyor.