SUÇ VE CEZA

SUÇ VE CEZA


Sen de anlat!


Loş bir sokakta, tenha bir otobüste, tek kalınan bir midibüste karşılaşıp, kendimizi omurilikten gelen bir refleksle uzak tutmaya çalıştığımız insanların arasında geziyoruz. Onların da içinde hastalıklı zekalar dolanıyor, hastalıklı hayatlar yaşanıyor.

Analitik zekaya önem vermeyi, anne karnındaki bebeğe Mozart dinletmeyi, üçgeni kareye takmalı IQ testini çoktan geçtim zaten… En azından bu coğrafyadaki aileler, erkek çocuklarını, onların herkesle eşit haklara sahip olduklarını anlatarak büyütse bile bir şeyler değişebilir. Fakat ailelerimiz, erkek çocuk eğitim konusunda hakları ters köşeye yatırıyor. “Erkek adamsın, yaparsın.” ve benzeri düşüncelerin sığlığı ve cehaletiyle büyüyen bu ülkenin hastalıklı erkekleri ne yapıyor? Sabah akşam suç işliyor. Suç işlediğiyle de kalmayıp, işlediği bütün fikir suçlarını, evde, sokakta ve iş yerindeki tacizini, zorbalığını, tecavüzünü, cinayetini bu primitif ülke düzenimizle birlikte bir kılıf bulup normalleştirebiliyor. Günün sonunda “erkek adam”, bu ülkenin kadınının ve dolaylı yoldan bu kadınları seven erkeklerin hayatlarını travmalarla dolu bir cehenneme çeviriyor.

 

Kadın cinayetleri istatistiklerine baktığımızda ise 2002’de karşımıza çıkan 66 kadın cinayeti, sadece 2009’a gelindiğinde 1126 gibi korkunç bir rakama evriliyor. Bu basında yerde yer alan “AKP dönemi kadın cinayeti %1400 arttı.” iddiasını da daha vahim bir yere taşıyor. Çünkü bakkal hesabı diye bilinen, iç dış çarpımı yaptığınızda, yüzdenin %1700 gibi bir yere vardığını korku içinde görebiliyorsunuz.

Rakamlara bakıyoruz fakat Türkiye gibi her işi götüyle yapan bir memlekette bu istatistikler ne kadar doğru ve sağlıklıdır, o da apayrı bir karambol diyerek başka bir istatistiğe atlıyorum; kayıp insanlar. Kayıp insanlar istatistiklerini aramaya başladığınızda baştan uyarayım; dipsiz bir kuyuya düşüyorsunuz. Emniyetin elinde olan bilgilere dayandığından dolayı sağlıklı bir veri bulunamamakla birlikte 2012’deki kayıp insan sayısı şöyle: 6.416…

Bu binlerce kayıp insan ve hastalıklı “erkek adam”ları yan yana koyup düşündüğümde ise ürpermemek elde değil. Bizim ülkede seri katil yok sanıyoruz. True Detective televizyonda, Zodiac Amerika’da, Jack the Ripper Whitechapel’da diye avunuyoruz da Pandora’nın Kutusu’nu açarsak bizi neler bekliyor en ufak fikrimiz yok. Peki açılsın mı? Evet, bence sonuna kadar açılsın ki artık yüzleşmeye başlayabilelim.

 

Varmaya çalıştığım yer, kız arkadaşım bana; “Eve usta gelecek, lütfen bir yere gitme.” dediğinde, annem “Lisede beden dersinden muaf raporu almıştım, bedenci taciz ediyordu beni.” hikayesini anlattığında ve en önemlisi bugün Twitter’da açılan #sendeanlat hashtag’inin altında paylaşılanları okuduğumda iki duygu enseme yapıştı. Birincisi tanıdığım, tanımadığım bu ülkede yaşamak zorunda olan her kadın için ödüm kopmaya başladı. İkincisi ise, sapkınlıkları, yobazlıkları, cehaletleri karadelikler kurutacak boyutta olan bu ülkenin yoldan çıkmış erkekleriyle sevdiklerimi zorunluluktan yalnız bıraktığım, travmalarını daha çok paylaşmadığım için kendimi de sorgulamaya başladım.

#sendeanlat ise bu yüzden çok değerli. Tartışmayı beceremeyen, yaptıklarıyla yüzleşemeyen, gelişemeyen bir toplumda konuşabilmeyi, itiraf etmeyi, içimize kanayan hikayeleri dışarı atarak travmalarımızdan kurtulmayı denemenin zamanı geldi.

Özgecan Aslan, artık toplumsal olarak yaptıklarımızla yüzleşmemizin ismi olsun. Dersim, Ermeni Soykırımı, 6-7 Eylül Olayları, Gezi Parkı, Roboski, Soma, 17 Aralık gibi saymakla bitiremeyeceğimiz kanayan yaramız var. Bu yaraları iki temizleyip üstünü kapattığımızda maalesef yok olmuyorlar, bir şekilde açık seçik bu yaralarla yaşamayı öğrenmemiz artık ruh sağlığımızı koruyabilmemiz açısından elzemdir.

“Bu ülkede daha ne çeşit üzüntü yaşayacağız? Kaldı mı şahit olmadığımız bir çeşit üzüntü?” diye insan düşünmeden edemiyor. Yaşananlara üzülmekten artık yorgun düşüyoruz ve en önemlisi; biz böyle yaşamayı gerçekten hak etmiyoruz.

İdam, pembe otobüs, hadım etmek, kolunu kopartmak, bin yıl hapis vermek tartışıladursun, biz suç niye işleniyor onu konuşalım. Philip K. Dick’in sinemaya da uyarlanan The Minority Report’undaki gibi, gelecekte yaşanacak vakaları tahmin edebilen üç mutantımız yok ama beraber hareket ettiğimizde, 2013 Haziran’ında gördüğümüz üzere dağları delebilecek sağ duyumuz var.

 

Aklımız başımıza Gezi’yle, 17 Aralık’la, Berkin’le, Soma’yla geldi gitti, geldi gitti…

Özgecan Aslan’ı çok acı bir şekilde kaybettik. Daha da kahredici olan ise; onun geri gelmeyecek olması. Peki, Özgecan bir milat olsa, artık üstümüze düşen sorumluluğu bir iki günlük değil, sürekli olarak alsak, nasıl olur?