EN KÖTÜDEN EN İYİYE PAUL THOMAS ANDERSON FİLM MÜZİKLERİ

EN KÖTÜDEN EN İYİYE PAUL THOMAS ANDERSON FİLM MÜZİKLERİ


8 - Hard Eight, 7 - Boogie Nights...


David Fincher ile birlikte son çeyrek yüzyıl zarfında Amerikan Sineması’nın başına gelmiş en değerli sanatçılardan olan Paul Thomas Anderson’ın aslında kötü bir film müziği bulunmuyor. Gelin görün ki bazıları diğerlerinden çok daha etkili olurken, esas işlevini yerine getirip filmle el-eldiven ilişkisini zahmetsizce yürütebiliyor. İlk uzun metrajından itibaren 22 senedir üreten yönetmenin kariyerini rahatlıkla There Will Be Blood Öncesi ve Sonrası diye ikiye bölebiliriz. Hatta madem müzik ekseninde koşuyoruz, Jonny Greenwood Öncesi ve Sonrası diye de yeniden etiketleyebiliriz.

“Jonny Greenwood Radiohead’in gitaristi, Radiohead çok iyi. Boogie Nights’ın soundtrack çok güzel şarkılarla dolu, There Will Be Blood dinlerken çok korktum, Magnolia ağlattı ya” gibi klişe değerlendirmelere girmiyoruz. Aşağıdaki listeye kafası karışık bir liste dersek yalan olmaz.

8 – Hard Eight

Ertuğrul Diriliş’in muhtemelen 5 bölümlük bütçesiyle çekilmiş (3 milyon Dolar) olsa da ne bağımsız bir film, ne de Hollywood bağımsızı hissiyatını tam olarak veremeyen, belki de bu yüzden aslında enteresan bir ilk film olarak PTA’in kariyerinin ön izlemesi niteliğinde olan Hard Eight’in müziklerine çok bütçe ayrılamadığını varsayabiliriz. Aimee Mann ve Brenton Wood’un birkaç şarkısına ek olarak yönetmenin JGÖ döneminde kapısını sıkça çaldığı Jon Brion’un yazmış olduğu orijinal müziklere vasat diyebiliriz. Ufak bir parantez açmakta da fayda var; Boogie Nights, Magnolia ve Hard Eight’in birkaç ortak noktasından biri Jon Brion’ın Clementine’s Loop isimli eseri. Uzun bir parça olmasa da etkisi tartışılmaz.

Clementine’s Loop’un üç filmde de çaldığını ve bu notalar duyulduktan sonra ortalığın güzel bir karışacağını zaten şıp diye anlıyorsunuz.

 

7 – Boogie Nights

Hard Eight’ten bir sene sonra Robert Altman ve (Eğlenceli) Scorsese’nin paralel evrende beraber yönetebileceği pastiş bir şaheser olan Boogie Nights’la birlikte PTA artık “Ne istersem çekerim size mi soracağım lan?” ligine rahatça adım attı. Hollywood’daki ikinci filminde “sanat filmi” çekebilen ve hatta filmin konusunun seyirci için pek zor olmasına bakmaksızın gişede güzel işler yapan yönetmenin artık istekleri daha kolay yerine getirilecekti. Boogie Nights’ın “Karışık Arabalık” albümüne gelirsek, bu müziklerinden çok güzel parti müziği oluyor fakat o parti müziklerini Spotify’da güzelce siz de yapabilirsiniz.

Boogie Nights’ın 7 numarada olmasının esas sebebi hala film için iyi orijinal müziğin üretilmiyor olması olabilir. Roger Webb’in kompozisyonları fena değil fakat o notalar da 240 kilometreyle giden filmin baş döndüren hızı ve Marvin Gaye, Electric Light Orchestra ve Beach Boys’un sıkıştırmasında ön plana çıkamıyor.

 

6 – Inherent Vice

Gravity’s Rainbow’dan 36 sene sonra yayınlanan Thomas Pynchon romanı Inherent Vice’ın -ve gariptir ki Thomas Pynchon’ın da ilk- beyaz perde uyarlaması, kitabın kendisi kadar görkemli ve karmaşıktı. “Biraz ondan, biraz bundan, daha çok da ondan” temasıyla JGS döneminde Paul Thomas Anderson’ın ayakları yere Ytong gibi sağlam basan ana akım yolculuğuna ufak bir ara verip, biraz kendi çekmek istediği bir filme odaklandığını düşünebiliriz. Robert Altman’ın yazıp Coen Kardeşler’in alkol yerine başka şeyler kullanarak çekeceği bir filmi andıran Inherent Vice’ta müziklerde Jonny Greenwood var ama rol çalan baskın bir karaktere sahip değil. Yine “Karışık Kaset” temasıyla yağdırılmış bir şarkı listesi var. CAN mi istersin? Var. Kyu Sakamoto? Var. Minnie Riperton? Var. Bu arada Minnie Riperton’ın kızı Maya Rudolph da 17 yıldır Paul Thomas Anderson’la evli. Böylelikle haftalık Kültür Televolesi turumuzu da atmış olalım.

 

5 – Magnolia

PTA’in Aimee Mann takıntısını yeni bir boyuta taşıdığı JGÖ döneminin şaheseri Magnolia, aslında Mann’in şarkılarından esinlenerek yazılan bir senaryonun İran halısı gibi işlenmesiyle birlikte eşi benzeri zor bulunan bir popüler kültür objesine dönüşmesi diyebiliriz.

William H. Macy’nin Vermont’daki bir göz odalık yazlığında (Cabin’in tam Türkçe karşılığı maalesef yok, bize zaten böyle küçük ev satmaya çalışsalar, emlakçılar dayak arsızı olurdu) iki haftada ortaya çıkan senaryo yazılırken Aimee Mann şarkıları en büyük ilham kaynağı olmuş. Zaten ortaya ilk çıkan karakterin Claudia olması ve bütün senaryonun bu karakterin etrafındaki uydu karkaterler olarak genişlemesi filmin müzikleri ön plana çıkmaya başladığı andan itibaren hiç şaşırtıcı gelmiyor. 

Bu arada Aimee Mann, Magnolia için yazdığı iki orijinal şarkıdan biri olan Save Me ile Oscar adayı olmuştu fakat Phil Collins, Tarzan için yazdığı kreş şarkısıyla Oscar’ı evine götürmüştü. Olsun, sanatçı zaten Akademi’nin duasıyla mı yaşadı bedduasıyla ölecek?

4 – Punch Drunk Love

Ana akım film eleştirmenleri ve PTA’den en az 10 karakterin başrolde olduğu akıcı bir film bekleyenlerin “Bu ne lan?” dediği filmlerin başında gelen Punch Drunk Love, yönetmenin değeri bilinmeyen cevherlerinden. Aslında Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü almış olsa da bu gerçek pek değişmiyor.

Özellikle müzikler konusunda Jonny Greenwood’a varmadan önceki durağı olan Jon Brion’un kariyerinin en iyi işini çıkardığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Senaryoyu yazma aşamasında müziğin ve seslerin ön planda olacağını hesaplayarak yola çıkan yönetmen, filmi çektikten sonra Brion’a gitmek yerine besteciyi direkt sete demirbaş olarak koymuş. Film çekilirken müzikleri bestelemenin çok daha mantıklı olacağını hesaplamış. Hesaplayamadığı can alıcı nokta ise Jon Brion’un çekimler esnasında sevgilisi Mary Lynn Rajskub tarafından terkedilecek olması… Aynı zamanda filmde ciddi bir rolü olan Rajskub tarafından terkedilip, bütün gün kendisini izleyerek müzik üretmek Brion için çok iç açıcı bir deneyim olmasa gerek. Bardağın dolu tarafı ise filmin müzikleri taş gibi olmuş.

3 – The Master

Jug-Juice nedir?

21. yüzyılın en rahatsız karakterlerinden Freddie Quell’in İkinci Dünya Savaşı sürerken torpidoların benzinini çalarak kendisine yaptığı kokteylin adı. Füze yakıtını hindistan cevizi suyuyla karıştırınca tamamsın. Kulağa nasıl geliyor? Berbat değil mi? “Paul Thomas Anderson, az biraz Scientology’den esinlendiği ve bu deli saçması kurmacayı anlatacağı yeni filmini çekiyor.” dendiğinde ne hissettiysek, aynen öyle… Fakat gelin görün ki, tadı felaket güzel, kağıt üstünde çalışmasa da gerçek hayatta bu formül mükemmel çalışıyor.

Rahatlıkla 2000’lerin en iyi beş filminden biri olarak göstereceğimiz PTA’in altıncı filminde Jonny Greenwood, There Will Be Blood’dan kalan alışkanlığı olan rol çalma konusunda kendisini daha da geliştirmiş gözüküyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni jazz ve folk yollarını alıp kendisine duble yol yapan Greenwood’un eklektik harmonileri ve müthiş orkestrasyon bilgisi belki de filmi PTA’in en iyi filmi olması açısından dengesiz besliyor. Bu da iyi bir şey.

 

2 – There Will Be Blood

Milkshake.

Paul Dano.

Bir Paul Dano daha.

Korkunç bir Daniel Day-Lewis.

2001: A Space Odyssey gibi ilk 15 dakika konuşmayan bir film ve kariyerinin esas devresinin başlangıcını duyuran bir yönetmen.

Yukarıdakilerin hepsinin kontrolü PTA’de olsa da, bazı filmlerde ekstra olarak bazı şeyler planlanmadığı derecede fazlasıyla yolunda gidebiliyor. Bu filmin de kusursuz bir yapıya evrilmesinde Jonny Greenwood’un şapkadan çıkarttığı kusursuz müziklerin, ekranda gördüklerinizle ruh ikizi olmasının büyük payı var.

Bu arada bu filmi Türk sinemalarına “Kan Çıkacak” çevirisiyle getirmeyen arkadaşlara da buradan 11 yıldır teessüf ettiğimizi belirtmek istiyoruz.

 

1 – Phantom Thread

Filmi ailesiyle izledikten sonra evde Mr. Woodcock olarak çağrılmaya başlanan Christopher Nolan ve birçok başarılı yönetmenin sınırsız övgüyle bahsettiği Phantom Thread, Daniel Day-Lewis’in ebedi, Paul Thomas Anderson’ın ise şimdiye kadarki son filmi. Emekliye ayrıldığını açıklayan usta oyuncuyu son kez beyaz perdede manyağın teki olarak izlediğimiz karakterin iç dünyasını, Alma’nın psikolojisi ve patlamaların tetikleyicisi olan bütün atmosferle muhteşem ören ise Jonny Greenwood’un sade ve katmanlı bir yapıdan oluşan müzikleri oldu.

Thom Yorke’un Suspiria’nın müziklerini yaptıktan sonra verdiği bir röportajında yaptığı “Jonny zamanının çok ötesinde. Onun yaptığını başarmam çok güç, hatta başarmaya çalışmıyorum bile. Phantom Thread’in müziklerini yazmadan önce dönemin eserlerini, belli orkestrasyonları ve müzik harmonilerini çalışıp durdu. Ben nota bile okuyamıyorum bu yüzden kıskanmamak elde değil.”  açıklaması güzel bir özet niteliğinde.

90 dakikalık orijinal kompozisyonlardan oluşan albüm, avuç içi kanatana kadar alkışlamalık.