HOWLIN

HOWLIN


Jagwar Ma


“Artık çok geç Jagwar Ma, dönüş yok o yıllara.”

Bu kötü espriyi içimden The Exorcist misali bir çıkartayım evvela. Daha sonra her şey kendiliğinden rayına oturur elbet.

Avustralya’nın suyu akar serin midir bilemeyiz ama ülkenin yeni jenerasyon isimleri sadece akmakla kalmıyor, adeta fışkırıyor. Bu isimlerin son ve en vurucularından biri ise Jagwar Ma.

Jagwar Ma, 90’lar müzik tarlasında fazlaca vakit / mesai harcamış, gerektiğinde kendini bile kaybetmiş Jono Ma ile Gabriel Winterfield’dan oluşuyor. Jono Ma, Foals’un görsel ve video işlerindeki başarısıyla adını müzik sektörünün dumanlı dağlarına yazdıran Dave Ma’nın kardeşi oluyor aynı zamanda.

İlk albümleri Howlin ile ilgili yapılabilecek en doğru benzetme ise oldukça lezzetli bir aşureyi andırıyor oluşu. İçinde türlü malzeme var. Ver tarifini de bilelim dediğinizi duyar gibiyim. Sizi kıracağıma kafamı kırarım daha iyi. O yüzden hemen Fransa’da kilise eskisi bir stüdyoda kaydı yapılan bu albümün malzemelerini veriyorum.

Jono ve Gabriel, Avustralya’da en az “Aborjinler alışverişte görsün.” kadar geçerli olan “Dostlar alışverişte görsün.” motto’sundan yola çıkarak alıyorlar ellerine alışveriş sepetini.  Ama Migros’a sadece iki – üç parça bir şey alıp çıkacağım diye girilip, sepet dolmaya başlayınca ortaya çıkan “Koş kız araba al bi tane” durumuyla karşı karşıya kalıyor Jagwar Ma. Çünkü evdeki hesap çarşıya uymuyor. Howlin’i hazırlamak için gerekli malzeme sayısı arttıkça artıyor. Üstelik malzemelerin çoğunu da pahalı olanlarından seçiyorlar. Çünkü pahalı demek kaliteli demektir. Bu kadar da yüzeyseliz işte; bilin.

The Beatles, The Stone Roses, Happy Mondays ve Tame Impala’nın aynı masada yer aldığı bir bayram sofrasını andırıyor Howlin. Hatta kısa süreliğine de olsa The Chemical Brothers bile uğruyor bu masaya.

Daha evvelden karşımıza çıkan Jagwar Ma şarkılarından What Love, bir nevi intro görevi görerek açılışını yapıyor albümün. 60’lar psychedelic gitar pop’undan Madchester’a, oradan trance’e kadar uzanacak rollercoaster macerasından hallice bir deneyim de böylece başlamış oluyor.

The Throw’da Ian Brown’ın umarsız, gamsız, vurdumduymaz halleri akıllara geliyor. Restore edilmiş ama yine de o eski ihtişamını koruyan bir The Stone Roses,  günün modası dar kotlarınızı üstünüzden çıkarıp, o dönemin bol pantolonları usulca üstünüze geçiriveriyor. Şarkının ilerleyen bölümlerinde, kendinizi 90’lar trance sahnesinin en önde bayrak sallayanı olarak buluyorsunuz.

Ardından Pet Sounds’a çeyrek kala döneminden The Beach Boys’un, 60’lardan yadigar melodilerle sizi köşeye sıkıştırıp kendi davasına kazandırması ise çok uzun sürmüyor. That Loneliness, Duman – Yalnızlık Paylaşılmaz’ın Avrupa’daki paralı okullarda okutulmuş hali olarak karşımıza çıkıyor.

Revolver dönemi The Beatles’ın ne eksiği var peki? O da bir başka albüm öncesi Jagwar Ma şarkısı Come Save Me’de vücut buluyor. Four’da ise, şu sıralar müzik listelerinin iyi anlamda ırzına geçmekle meşgul olan Disclosure’un allah vergisi house müzik yeteneğinin birkaç gömlek altıyla yüzleşiyoruz.

Albüm son iki tura girdiğinde tempoyu acı fren yardımıyla düşürerek, sizi gizli kahraman Did You Have To’nun kucağına bırakıyor. Panda Bear’in The Beach Boys’un gizemi hala çözülemeyen harikası Pet Sounds’u yalamış yutmuşluğuna benzer bir his sarıyor dört yanınızı.

İlk albümünü çıkaran bir gruba göre, oturmasını kalkmasını fazlasıyla bilen, iki – üç albümde ulaşılabilecek bir olgunluğu henüz kariyerinin başında teşhir etmek suçundan içeri atılsa yeri olan Jagwar Ma, ilerisi için fazlasıyla heyecanlandırıyor. Ünlü Türk düşünürü A.Gül’ün de dediği gibi; “İnsan bazen gerçekten hayret ediyor.”