48:13

48:13


Kasabian


The Stone Roses son voleyi vurmak için turnede, yeni bir albüm yapmıyor. Oasis dağıldı, Happy Mondays’in artık kendine hayrı yok. Paçasına kadar  90’lar İngiliz sahnesine batan müzikler artık kolay yetişmiyor. Primal Scream istisnasını saymazsak, o günlerden günümüze ayık kafayla gelmeyi başarmış grup sayısı çok az. Kasabian, ilk albümüyle İngiliz gibi hissetmek isteyen İngilizler’in ilacı oluyor. Sonrasında gelen üç albüm de pastasının çilekleri oluyor.

İncil’den fırlamış gibi duran ismiyle 48:13, ezber bozan bir paketle karşımıza çıkıyor. Ünlü sanatçı Aitor Throup’la aynı yola baş koyan Leicester’lı grup, neon pembesine bandırıyor kendini. Albümün toplam süresini de parça parça kapağa yazıyor. Peki; kimine göre oldukça yaratıcı, kimine göre ise oldukça sıradan gözüken bu kapağın altında neler var? Kasabian, ana akım piyasaya yaptığı dalışın meyvesini bu yılki Glastonbury’de headliner olarak toplayacağı şu günlerde bize neler vaat ediyor?

Çıkış single’ı eez-eh’le başlayalım. Sadık hayranları defalarca ters köşeye yatıran bu single, kabataslak bakıldığında “Kaşar electro pop” şarkısı olarak adlandırılabilir. Biraz daha derinlere inildiğinde ise; amacına ne kadar iyi hizmet eden bir şarkı olduğu anlaşılıyor. Kasabian’ın en büyük silahı olan canlı performanslarını yangın yerine çevirecek eez-eh, grubun çok da uzak olmadığı elektronik müziğin yoldan çıkmış kuzeni gibi. Gece kulüplerinde vakit geçirmekten gün ışığı nedir unutmuş, programlanmış gibi saatlerce dans eden ve de ettiren bir kuzen. Şarkı sözleri mega saçma. Ama Kasabian, her albüm öncesi “Buralar bizim” türevi ukalaca açıklamalar yapmasına rağmen asla kendini ciddiye alan bir grup değil. Bu açıdan baktığınız zaman eez-eh, aslında tam bir Kasabian şarkısı. Saçma sözlere yakışacak derecede saçma bir şarkı, ama bir o kadar da bağımlılık yaratıcı olmayı başarıyor. Bir süre sonra ne kadar bok atarsanız atın şarkıda ne kadar eğlendiğinizi fark ediyorsunuz. Tıpkı Kasabian gibi; onlar da bu eğlencenize eşlik ediyorlar.

Bkz. eez-eh videosu;

Kasabian demek, Sergio Pizzorno’nun beyni ve Tom Meighan’ın karizmasından doğan bir ikili demek. İkilinin birbirine cuk outran kimyası Kasabian’ı Kasabian yapan en önemli unsur. 48:13’de bu kimyanın hala tam kapasiteyle çalıştığını görebilmek mümkün.

Intro hizmeti veren (Shiva)’nın ardından gök gürültüsü gibi tepenize üşüşen Bumblebeee, Kasabian kariyerinin en sert şarkısı. Grubun şimdiden konserlerine açılış şarkısı olarak Bumblebeee’yi seçmesi şarkının sahip olduğu gücün en büyük göstergesi. Bu tip canlı performansı güçlü şarkılar, genellikle törpülenmiş ve evcilleştirilmiş olurlar albümlerde. Kasabian tercihini bu yönde kullanmıyor. Evde de dışarıda da aslan kesilen bir şarkı olarak albümdeki yerini alıyor Bumblebeee.

Empire dönemine cuk oturacak Stevie alıyor mikrofonu eline. Sean Connery dönemi James Bond filmleriyle Hans Zimmer soundtrack’leri arasında bir yere selam çakan yaylılarla/üflemelilerle kalkış yapan şarkı, Tom Meighan’ın bağımlılık yaratıcı nakarat formülüyle birleşiyor.

West Ryder…’ın aslan parçası Fast Fuse’u hatırladınız mı? Kasabian’ın 60’lardan kalma rock’n’roll mirasını devraldığı şarkının 48:13’deki eşdeğeri Doomsday. Aradaki iki albümlük süreçte synth’lerle dayanıp döşenmiş şarkı, Sergio Pizzorno’nun alameti farikalarından spaghetti western riff’leriyle süslenmiş. Meighan’ın vokal konusunda aldığı mesafeyi görmek açısından da oldukça tatmin edici.

Haydi 2004’e geri dönelim; güzide eser Processed Beats’in halini hatrını soralım, sonra günümüze geri dönelim. Onun yokluğundan yakınmaya fırsat bulamadan albümün yıldızlarından Treat’le teselli bulalım. İlk yarısında keskin gitar riff’leri ve synth’lerle göbek atan şarkının ikinci yarısında karanlık tarafa nasıl geçtiğine tanık olmak oldukça keyif verici bir deneyim. Sergio’nun arka plandaki zincirini koparmış geri vokallerine eşlik etmesi de oldukça zevkli. Kasabian rock grubuydu; ne olmuş bunlara?” diyenleri ilk albüme ve Empire’a tekrar misafir edelim. Grubun kökenlerinin elektronik müzikle filizlendiğini ve 48:13’teki synth nüfusu artışının çok da şaşılması gereken bir şey olmadığını idrak etmelerine yardımcı olalım.

48:13, Sergio Pizzorno’nun frontman Tom Meighan’dan en fazla rol çaldığı Kasabian albümü kesinlikle. Hiç olmadığı kadar sahipleniyor vokalleri ve ön plana çıkıyor. Beste yazımı konusundaki sınıf başkanlığını vokallere de taşımak istediği anlar oldukça fazla. 60’lar barok pop’u ve synth pop’un zaman ötesindeki buluşması Glass de bu durumun ilk büyük örneği albümdeki. Pizzorno’nun eskiye nazaran çok daha büyük bir özgüvenle vokal görevini yerine getirdiğini görebilmek mümkün. Şarkının son çeyreğinde devreye giren hip hop vokaller ise şarkının doğasını bozmaya ramak kala sona eriyor.

Synth’lerin albümü ele geçirdiği bir diğer şarkı Explodes ise; esasen grubun Soundcloud’unda uzun süre evvel paylaştığı bir sample’ın evrilmiş hali. Bir Kasabian klasiği olarak yine oldukça akılda kalıcı bir nakarat bizleri bekliyor. Blade Runner soundtrack’ine cuk oturabilecek son bölüm de cabası. Vangelis de eli öpülecek adamdı bu arada. Büyüksün Vangelis!

Albümün en büyük sıkıntısı kimi zamanlar çok fazla “overproduced”; yani prodüksiyonda abartıya kaçılmış hissi vermesi dinleyicisine. Albümün prodüksiyonundan da sorumlu Pizzorno’ya birileri bu durumu iletsin lütfen. “Less is more” söylemlerine ne oldu Sergio?

(Levitation)’da Vahşi Batı’da at üstünde ilerlerken buluyoruz kendimizi. At üstündeki yolculuğumuz bizleri Kasabian’ın günümüzde electro-rock’n’roll’u en iyi icra eden gruplardan biri olduğunu tekrar kanıtlayan Clouds’un kucağına bırakıyor. Synth’ler arasından yükselen Meighan’ın efektte sabaha kadar bekletilmiş sesi, bizleri The Kinks’vari gitarlara teslim ediyor.

 

Bow’la alternatif rock’ın patladığı 2000’ler başındaymışçasına dakikalar yaşıyoruz. Serge, tekrar vokal dümenine geçerek Kasabian kariyerindeki en güzel vokal/gitar işlerinden birine imza atıyor. Son çeyrekteki ihtişamlı gitar vuruşları turnelerde çok işlerine yarayacaktır diye düşünüyoruz, görüyoruz ve de arttırıyoruz.

 

Elveda zamanının geldiğini belirtmek için sona saklanan S.P.S  (Scissor Paper Stone), bizzat Serge tarafından Tom için yazılmış ve yine Tom hakkında bir şarkı. Bromance’leri dillere destan ikilinin veda busesi ballad müessesesinin hakkını veriyor.

 

Albüm bittiğinde elimizde kalanlara bakıyoruz. Kasabian’ın albümün genel yapısı hakkında ağzına doladığı “Less Is More” düsturu pek doğru değil açıkçası. Velociraptor!’ın zaman zaman yavanlaştığı halini kapı dışarı eden Kasabian, West Ryder…’ın hemen ensesine yapışabilecek kalibrede bir albüm yapmış diyebiliriz. İhtişamlı, karanlık, fütüristik, karamsar, eğlenceli, yaramaz… Kasabian, yine en iyi bildiği doğruları üzerinden yola çıktığı oldukça güzel bir electro-rock’n’roll albümüyle festivalleri ağlatacağa benziyor anlayacağınız. Keyfini çıkartmaya bakın.