GHOST CULTURE

GHOST CULTURE


Ghost Culture


2013’teki Daniel Avery istilasından sonra Phantasy Sound a.k.a. Erol Alkan’ın bize son hediyesi Ghost Culture. Psychedelic, düşsel, ruh ekstazisi anahtar kelimeleriyle anlatılabilecek; ancak dinlemeden anlaşılmayacak bir deneyim olan Ghost Culture, Arnavut böreğinden daha fazla katmanlı müziği ve bin bir janra kaçak kat çıkan halleriyle ilk duyuşta aşkın 10 şarkıya zip’lenmiş hali… Uzun süre evi olan Londra’nın sisleri ardına saklanan ve ismini cismni saklayarak ağız sulandıran bir gizem yaratan Ghost Culture a.k.a. James Greenwood, alt benliğinin isim babası olduğu çıkış albümüyle huzurlarınızda.

Ghost Culture’ın çıkış albümü insanda farklı haleti ruhiyeleri peydahlıyor. 6 dakikalık  ve single formatında aylar evvel dinlediğimiz ilk şarkı Mouth başladığında, bilim insanlarını daha bir iyi anlıyorsunuz. Aşkın ilk 30 saniyede gerçekleştiğine yürekten inanıyorsunuz. Sonra 10 şarkıyı bir çırpıda tüketiyor ve İzafiyet Teorisi’ne karşı derin bir empati kuruyorsunuz. Albert Einstein’a “I feel ya” diyor, mezarına gidip bir el fatiha okumak istiyorsunuz, tabi kendisinin mevcut bir mezarı olmadığından “Kısmet değilmiş” diyor, albümü başa sarıp ezberleyene kadar durmuyorsunuz. Sonra içinizi bir burukluk sarıyor. Ghost Culture’ı ilk defa dinleyecek herkesi kıskanıyor, ‘Seni Ben Ellerin Olasın Diye Mi Sevdim?’ şarkısını açıp kültür şokunun dibine vuruyornuz.

24 yaşındaki James Greenwood, ilk albümünde kimlik çatışmasının en melodik halini yaşıyor. 70 ve 80’ler Alman elektronik sahnesi, synth’in pop ile kardeşliği, yeraltı müziğinin spot ışıklarına layık halini alıp müzikal bir “ménage à trois” a.k.a. thressome yapan Ghost Culture kulaklarda çoklu orgazmlar yaşatıyor.

Erol Alkan’ın “The Strokes’un prodüktörlüğünü Delia Derbyshire yapsaydı…” diye tasvir ettiği Ghost Culture, albümün ilk şarkısı ‘Mouth’ta, kulaklarımızın tapusunu kendisine teslim ettiğimizden bihaber “Listen to me tenderly” diyor. Ön sevişmesini uzun tuttuğu şarkı, zirveye 2. dakikada ulaşıyor ve dinleyeni sermest ediyor.

Adını Kuzey İtalya’daki bir adadan alan ‘Giudecca’, insana ismine yakışır şekilde bir kopukluk yaşatıyor. 10 km’lik bir koşu sonrası nefes nefese kalan Greenwood, mırıldanmaya başlıyor ve şarkı ara sıcak görevi görüyor.

‘Arms’ kışın eksiye düşen sıcaklıklarda insanı sarıp sarmalıyor, iç ısıtırken insanı Studio 54’a götürüyor. Rasyonel bir ruh çağırma seansı görevi görüp Andy Warhol’la iki lafın belini kırmanızı sağlıyor.

‘How’, eski sevgiliyle underground bir kulüpte karşılaşılan “o ana” soundtrack oluyor. Yekpare pop olamayıp altına hazine avı gibi bir elektronik altyapı yerleştiriyor. 3 dakikalık şarkı narı andırıyor ve çoklu janrlara ev sahipliği yapıyor.

Buram buram melodrama kokan ve albümün en düşük tempolu şarkıları olan ‘Glaciers’ ve ‘The Fog’, Greenwood’un sesini Xanax’a çeviriyor.

Parşömen kağıdını andıran ‘Lucky’, modadaki ‘layering’ trendini feyzalıyor ve şarkının adını silip silip tekrar yazıyor ve fakat Greenwood’un bu bozulmuş plak hali insanı kati suretle sıkmıyor.

Haleti ruhiyeler arasında bazen türbülanslı geçişler yaşatan albüm, yolculuk bittiğinde insanda eve varmış hissi yaratıyor. James Greenwood ile geç başlayan ilişki, nikah masasında sonlanıyor.