DAMON ALBARN’LA DEVR-İ ALEM

DAMON ALBARN’LA DEVR-İ ALEM


Damon Bu; Bağlasan Durmaz


Normal şartlar altında hayatımızı, Blur’den önce (B.Ö) ve Blur’den sonra (B.S) olarak ikiye ayırması gereken One Love Festivali için yazdığımız, lakin yayınlaması kısmet olmayan Damon Albarn dosyamızı gözyaşı ve hüzün sponsorluğunda yayınlamak bugüne kısmetmiş.

“Müzisyen” tanımını hak etmek kolay mı sandın? İki single ve bir albümle olacak iş değil bunlar. En vasat şarkında bile birilerine bir şeyler katabiliyor musun? Ya da “Durmak yok, yola devam” şeklinde, kendi eksenin etrafında dönmeden sürekli hareket halinde olabiliyor musun?

Into The Wild gibidir bazen müzisyenlik. İmkanın, durumun, bankada elma fonun varken bile her şeyi arkanda bırakıp, yeni ufuklara açılırsın. Tahmin edemeyeceğin bir sonla karşılaşma ihtimalin olsa bile.

Inception gibidir bazen müzisyenlik. Rüya içinde rüya gibi, katmanı bol rüya gibi; bir şarkıda birçok duyuyu harekete geçirebilirsin. Kendi limbo’na dinleyenlerini de davet edersin. Dinleyenlerin bu limbo’dan çıkış ihtimali olmasa bile koşar adımlarla peşinden gelirler. Çünkü bilirler ki; sen o limbo’da hayal gücünün sınırsızlığının sponsorluğunda ve sonsuz imkanlarla akla hayale gelmeyecek şeylerin yaratılmasının en büyük mimarısındır.

Fight Club gibidir bazen müzisyenlik. Modern Jekyll & Hyde durumları gibi alter egonla mücadele edersin. Hep olmak istediğin kişiyi, yapmak istediklerini şarkılarında yaşatırsın.

Bütün bunları ve daha fazlasını yapan, yaşatabilen isimlerin günümüzdeki en 24 ayar örneklerinden biri Damon Albarn.

23 Mart 1968, sadece nur topu gibi bir oğlan çocuğunun doğumuna değil, topyekün bir müzsiyenin ana rahmi dışındaki ilk gününe ev sahipliği yaptı.

Grubu Blur’le birlikte Amerika’nın grunge istilasına karşı ülkesinin bayrak adamı, sembolü olan Albarn, britpop’un “Alem buysa, kral benim” dediği yıllarda, İngiliz hanedanlığının tahtındaki isimlerden biri oldu.

Gündelik İngiliz hayatını ve modern insanın bu hayatla olan kora kor mücadelesini pek de alışılmadık bir mizah anlayışıyla işleyerek, bir defa geldiğimiz şu dünyayı (reenkarnasyona inananlar gözlerini kapasın) daha çekilir hale getirdi. Hiç kuşkusuz bunda, gruptaki üç “kardeş”’inin payı da çok büyüktü. Graham Coxon’ın modern Marr örnekleri sunduğu kendine özgü gitarları, Alex James’in bir rocktar’da aradığınız tüm özellikleri bünyesinde toplaması, hatta ve hatta grubun geri kalanına göre biraz “memur” kalan Dave Rowntree’nin içimizden biri gibi gözükmesi… Bütün bunlar Blur’ün dörtte dört yapmasını sağlıyordu kuşkusuz.

Lakin Damon’da şeytan tüyü vardı, yetenek vardı, müzisyenlik desen alası vardı, içindeki şımarık çocuk hep vardı. Belki de bu şımarık çocuk onun müzikal göçebe hayatını tetikleyen şey oldu. Britpop artık Blur ve Damon’a yetmiyordu. Life Trilogy’den sonra yayınlanan Blur albümünde bu hayatın ilk getirileriyle karşılaştık. Gündelik hayattan çok daha derin ve kişisel mevzuları ile anlatacakları vardı Albarn ve Blur’ün. Ve bunu britpop’un dar alanda kısa paslaşmalarıyla yapmaları mümkün değildi. Hatta Albarn için bunu sadece Blur’le sınırlı tutmak hiç mümkün değildi.

İlk olarak, 1998 yılında illustratör Jamie Hewlett’la electronica ve hip hop’u görüntü olarak iki, işlev olarak ise çok boyutlu işledikleri Gorillaz işbaşı yaptı. Albarn’ün müzik kataloğunun en az IKEA kataloğu kadar çeşitli olduğunu gözler önüne seren Gorillaz, İngilizlerin altın çocuğunun dokunduğu her şeyi de kendi gibi altına çevirebildiğini kanıtladı.

Yine de içi içine sığmıyordu hiperaktif ötesi Albarn’ün. Graham Coxon ihtiva etmeyen son Blur albümü Think Tank’e kadar ulaşan; ya da şöyle diyelim Albarn’ün Think Thank’in kıtalar arası yolculuk yapmasına sebebiyet veren Afrika ve Orta Doğu müziğine olan abayı yakmışlığı, Mali Music projesiyle son şeklini aldı.

Albarn bu, durur mu olduğu yerde. Sapına kadar taşıdığı İngiliz ruhunu, damarlarında akan asil kanda mevcut olan mega boy müzisyenliğiyle tekrar nikah masasına oturttuğu The Good, The Bad and The Queen’le sazı eline aldı bu sefer. Punk rock’ın A’sı, B’si, C’si yani kısaca alfabesi olan gruplardan The Clash’in nev-i şahsına münhasır basçısı Paul Simonon, bir başka britpop kapak güzeli The Verve’den Simon Tong ve Brian Eno’nun gelmiş geçmiş en iyi davulcu olarak etiketlediği Tony Allen, Albarn’ün projedeki silah arkadaşlarıydı.

Tahmin edebileceğiniz üzere, Albarn bununla da yetinmedi. Geçen yıllarla birlikte giderek “Gökyüzü limittir” kıvamını alan müzisyenliği bu sefer jazz ve funk’a gönlünü kaptırdı. Rocket Juice & The Moon ile de bu gönül işinin adı 2012 yılında kondu. Yine Tony Allen’ın baget salladığı projede, “Bas gitarın galaksi rehberi” olsa, önsözü yazabilecek Red Hot Chili Peppers basçısı Flea da yer aldı.

Her şey tamam mıydı? Tabii ki değil. Daha gidilecek çok yolu, uğrayacağı tonla durağı vardı Albarn’ün içindeki dev bir kedi misali müzisyenin. O müzisyenin girmediği nadir deliklerden biri de operaydı. Dr. Dee müzikali ile Migros alışveriş listesini andıran duraklarından birine daha tik atmanın haklı gururunu yaşadı Albarn. Folk’dan, klasik müziğe doğru koştuğu, oradan da ver elini opera dediği Dr. Dee soundtrack’i hayata gözlerini açtı.

Burada yazmaya kalksak, en az 20 sezon oyanacak bir dizi kıvamını alacak birbirinden değerli isimlerle yaptığı tek seferlik kaçamak birliktelik ve remix’lerini de hesaba katarsak, Albarn’ün dehasını tek bir yazıda her yönüyle ele almanın abesle bilek güreşi tutmak gibi bir şey olduğunu fark edebiliriz. Albarn ve etrafında gelişenleri anlamanın en iyi yolu Damon Albarn galaksisine adım atıp, elini değdirdiği her şeyi sindirmeye çalışmaktan geçiyor.

Kimbilir; belki ilk göz ağrısı Blur’le çıktığı turnenin One Love Festivali ayağı için geldiği İstanbul’da, bizim Dolapdere müzsiyenlerimizle de tanış olur Albarn. Şaka değil, Damon Albarn bu; ne zaman ne yapacağını tahmin edebilmenin bir yolu bulunamadı şimdiye kadar. Ve bir şey söyleyelim mi? Biz onu bu haliye ve her yönüyle çok seviyoruz.