TAKSİM BİTMEZ, TAKSİM DAHA ÇOK DEĞERLENECEK!

TAKSİM BİTMEZ, TAKSİM DAHA ÇOK DEĞERLENECEK!


Değerini biz biçebiliriz


Elon Musk’ın SpaceX projesinden tutun, Tarlabaşı’ndaki kentsel dönüşüme hatta ve hatta Rusya’nın çok mega gizli Orta Doğu savaş stratejisine kadar birbirinden pek farklı her konuda, her şeyi son damlasına kadar en iyi bilen bir milletiz. Her şeyi biz biliyoruz, en zeki biziz, sabah kalktığımızda başımıza fazla zekadan ağrılar giriyor. Nasıl yaşıyoruz bu zekayla ben de bilmiyorum.

Özellikle son üç aydır, bu her şeyi sıfır araştırmayla yüzde yüz bilen yönlendirici insanların ağız birliği etmişçesine abandığı bir konu var: “Taksim bitti”… Hala bu yazılardan birine denk gelmediyseniz özet geçiyorum; Taksim şu anda yaralı, yerde yatıyor, gidin kafa göz girişin, suratına tekme atın, üstüne tükürün, işeyin. Nasıl olsa güçten düşmüş, ayağa kaldırmaya çalışmayın, üstünü başını temizlemeyin, çünkü o sizin düşmanınız ve güçsüz. Özetle vurun kahpeye deniyor. Fakat şunu kimse sormuyor, Taksim niye bir sabah uyandığımızda kahpeye dönüştü ve niye zaten kan kaybeden Taksim’i hançerlemek beğeni yağmurunu beraberinde getirmeye başladı?

taksim-bitmez

Günlük yaşama ait her şey zaten peygamber vitesinde yavaş yavaş giderek, hissettirmeden tuhaflaşıyor. Önlenemez acayipleşmenin bir parçası olarak çok önceden başlayan masa kaldırmaydı, alkol ruhsatı almanın güçlüğüydü, maliyetlerin roket olmasıydı, mahalle baskısıydı gibi zorbalıklar zaten biliniyor. Bilinmeyen demeyeyim ama halı altı edilen şu ki, bu zorbalıklar zaten bu coğrafyada üç aşağı beş yukarı hep vardı, bu sefer bu Taksim’i bitiren kişiler belki de bizleriz.

Her şeyden anlamamızla, her şeyi çok iyi bilmemiz ve önümüze çıkan her şeyi boklamamızla Taksim’i sistematik olarak boşaltarak, yangından mal kaçırır gibi terk ederek Taksim’i belki kurşuna dizmedik ama meyve bıçağıyla karnını ufak ufak dürttük. Bu ufak darbeler ilk başta dramatik olarak hayati tehlike adı altında kayıtlara girmemiş olsa da, zamanla kan kaybından hastayı kaybetme noktasına getirdi.

27 Temmuz’da Erdem Dilbaz’ın kült statüsüne erişen “2016 Yaz, İstiklal Caddes’indeki Dükkanlar” (yanlış yazım benden kaynaklanmıyor, ironik kelime oyunlarıyla meşhur Dilbaz’ın vardır bir bildiği diyerek redaksiyona gitmiyorum) albümü, yeni başlayanlar için Taksim Açıkhava Baklava Salonu Açıldı, Taksim Merter Oldu veya Taksim Yakında Arap Birliğine Girecek gibi saçmalıklara ilham kaynağı oldu. Maalesef bu albümün oluşturulma amacı sosyal medyada beğeni kazanmak değil, tam aksine fotoğrafların altında yaratıcı, onarıcı, geliştirici insanların bir araya gelmesi ve çözümler üretebilmeye çalışmasıydı. Gelin görün ki, binin üstünde paylaşım sayısına ulaşan fotoğraf albümüne “Oha, dur lan burada ekmek var, ben de bir yazı yazayım” ile destek yerine çoğunlukla köstek olundu. Daha ölmemiş bir Taksim’i gömüp, helvasını eşe dosta dağıtmakla Taksim maalesef kurtarılmıyor. Hele ki Taksim’den senelerdir düzenli olarak uzak durup, yakınından geçmeyen insanların “Evet ya Taksim öldü” demesi çok çok enteresan bir sosyolojik vakayı oluşturuyor.

Ofiste yapmamız gereken işlerin yer aldığı büyük beyaz tahtamızda aylardır yazılı duran “Taksim yazısı” notuna kederle uzun uzun bakmak ve yutkunmaktan bir adım öteye geçmeme sebep olan ise, 8 Ekim Cumartesi akşamı Peyote’nin yapmış olduğu aşağıdaki duyuru oldu.

“Hah tamam ulan, işte bu” dedirten kısım ise kültürel çeşitliliğe vurgu yapılması ve bunun için mücadele etmemiz gerektiğinin altının çizilmesi. Bu kültürel çeşitliliğin ne olduğunu, bizi nasıl beslediğini bilmezsek ve arkamıza bakmadan kaçarsak zaten Taksim bitmiş olacak. 2000 yılında çekilmiş olan 12 ağaçlı İstiklal Caddesi fotoğrafını “Ah şu hükümet bize neler yaptı” diyerek paylaşmak ya da Kelebek Korse’nin kapanmasını lanetlemekle Taksim’e maalesef destek olunmuyor. Şu anda İstiklal Caddesi, Dalmaçyalı cinsinde bir köpeğin dış görünüşünü andıran yamalı bir asfalt düzlüğe dönüşürken biz sesimizi çıkarmadık. Sesimizi çıkardığımızda ağaçların sökülemediğini hepimiz biliyoruz ama bu sefer oralı olmamayı seçtik. Veya Kelebek Korse’nin kapanış dedikoduları çıkmaya başladığında hayatımızda bir defa bile girmediğimiz mağazaya gerçekten destek olmak isteseydik, bir sosyal sorumluluk kampanyasının parçası olup, esnaf ağzıyla konuşmamız gerekirse “Aramızda üç beş toplar” dükkanın kapanmasını engellerdik fakat bunları yapmak yerine sosyal medyada birbirimize söylenmekle olayları geçiştirdik. Suçlu, sabahtan akşama kadar bizdik.

Burada yaşanan her şeyi, zaten hayatımızı zorlaştırmakla yükümlü hükümete yıkmamamız gerekiyor, bu zaten kolay (ve mantıklı olanı fakat Yeni Türkiye’de mantık koltuğun altında kalık) olanı, söylen kurtul… Biraz suçu kendimizde ararsak, kendimize bir çeki düzen verirsek evimizin, dükkanımızın önü olan Taksim’i ve belki de daha fazla meseleyi temizler, bir nefes alabiliriz. Temizlemekle kastım hijyenik, güvenli, düzenli bir yere evirmek değil, ki özlenen Taksim de dahil olmak üzere burası hiçbir zaman steril bir bölge zaten olmadı. Kültürel çeşitlilikle birlikte steril olmamalı da zaten… Ben Taksim’i sokakta halay çeken apaçilerle, kepenklerin önüne bırakılmış Kırmızı Tuborg kutularıyla, mayın diye tabir ettiğimiz üstüne bastığınızda dizinize kadar suya battığınız kaldırımlarıyla ve Mis Sokak’ta boğazıma bıçak dayanarak gaspa uğramama rağmen sevdim. Bunlarla sevdim demiyorum, manyak değilim gaspa uğramak hoşuma gitmiyor ama bu yaşanan veya yaşanabilecek saçmalıklar olmasa zaten Taksim’in içine Levent kaçar, Suadiye kaçar ve Taksim, Taksim olmaz.

“Ah o eski Taksim” diye özlenen ve ütopyalaştırılan yer de aslında götü başı ayrı oynayan, on dakika içinde hem bir tinerci tarafından bıçaklanabilme, hem de bir büyükelçiyle oturup iki kadeh şarap içebilme şansına sahip olduğumuz bir yerdi. İşin enteresanı ise, hala bu bipolar durum geçerli. Sadece biz eksilmenin önünü alamıyoruz, iddialı bir şekilde eksiliyoruz.

“Of çok Arap Turist doldu ama…” diyerek alenen ırkçılık yapıyoruz, eksiliyoruz.

“Dışarıda masa yok, sigara içemiyorum” diyerek kekoluk yapıyoruz, eksiliyoruz.

Bin zahmet kulüpler yabancı grup getiriyor, kapıya ismimizi yazdırıyoruz, eksiliyoruz.

Yabancı arkadaşlarımızdan daha çok korkuyoruz, korkuyu yayıyoruz, eksiliyoruz.

“Kadıköy’e taşındım, Kadıköy abi, Kadıköy” diyoruz, eksiliyoruz.

“Kadıköy’e gelmesinler abi, kiralar ne biçim oldu” diyor, yine eksiliyoruz.

Eksilmemizin ana nedeni her şeyi çok iyi bilmemiz ve bundan kaynaklanan en iyi kararı verdiğimizi düşünmemiz. Şu anda yine bu her şeyi bilen insanların son kararı; “Taksim bitti, gitmiyoruz.”… Kusura bakmayın ama yanılıyorsunuz, Taksim bitmedi, sadece siz burayı tüketecek kadar sömürdünüz ve sonrasında bir duygusal bağ kuramadığınız için gelmeyi bıraktınız.

Yirmili yaşlarımdayken yaşadığım Amsterdam’da gecenin köründe Türk bir dönerci dükkanına girmiştim. Neden diye sormayın, neden alkol. Klasik bir nerelisin muhabbetinde Ankaralı olduğumu söylememle birlikte döneri elektronik bıçakla kesen arkadaş, “Muammer gel lan gel” diye içeriye son ses bağırmıştı. Mutfakta bir şeyler yıkayan Muammer gelirken işportacı gibi bağıran abi bana garip bir gülümsemeyle bakıp “Muammer senden daha Ankaralı bak göreceksin” demişti… 06 Muammer’i karşımda görünce kendimi tutamayıp niye benden daha Ankaralı olduğunu sormuştum. Yaklaşık yirmi yıldır Amsterdam’da yaşayan Muammer, Keçirörenli olduğunu, bu yüzden benden daha çok Ankaralı olduğunu söylemişti. Normalde sözünü esirgemeyen, bu yüzden de sayısız dayak yiyen ben verecek cevap bulamamıştım.

Bir yere ait olmak, daha da ait olmak, birinden daha çok oralı olmak için hemşehri CV’sinde neler yazması gerekiyor?

Ben Beyoğlu’nda doğmadım, dedem Güney’de bakkallık yapan salaş kıyafetli sıradan bir adamdı İstiklal Caddesi’nde takım elbiseyle dolaşmaz, hatta bu hadiseyi bilmezdi bile… Diyeceğim şu ki sadece 10 yıla yakındır Beyoğlu’nda oturuyor ve burada çalışıyorum fakat kendimi istemsiz bir şekilde buralı hissediyorum. Benim için İstanbul, her semtinin katkısıyla birlikte, dünyanın aynı zamanda hem en heyecanlı, hem de en sinir bozucu şehri… Beyoğlu da bu sevgi & nefret ilişkisinde rol çalacak derecede katkı sağlayan semtlerin başında geliyor. Belki de bu sevgi & nefret ilişkisinden dolayı bu aralar vuran saymadan, düşünmeden, kötü hissetmeden vuruyor.

Yoksullaşılan, baskının beşinci viteste olduğu bu dönemde onlarca, belki de tahminimce yüzlerce yer kapandı fakat onlarca ve bu sefer emin olarak söylüyorum; yüzlerce yer hala açık.

Radiohead etkinliğinde cahil nefret takımı tarafından basılan Seogu Lee’nin dükkanına gidin. İlla plak almanıza gerek yok sadece gidin ve o barzo yokuşundan salına salına yukarı çıkın. Götünüzün kesilme tehlikesi var mı? Var fakat daha çok insan olursak, “Burası bizim ulan, bize benzemeyeni bıçaklarız” mantığı yavaş da olsa kırılır.

Balık Pazarı’nın çıkışında yer alıp felaket korkunç gözüken Gelde İçme (yine redaksiyona gitmiyorum, sahibinin bir bildiği vardır) isimli pavyon / birahane karışımı fantastik yere girin. Westworld’deki “Anı yaşıyorum, adam vuruyorum” mantığında değil, denemediğiniz, florasanı bol Zeki Demirkubuz filmlerindeki kültüre bir bakıp çıkın. Öldürmezler merak etmeyin, aksine kültürel çeşitliliğe doyar, üç beş ay kulaklarınızdan fışkırarak gezersiniz.

Ferdi Tayfur taklidi yaparak hayatını geçindiren adama karşı iniş çıkışlı hissiyatlar besleyin. Gerçeği geçse dönüp iki defa bakılmayacak bir durumda, nasıl bir kişilik bozukluğuyla kariyer yapabilmiş ve bu absürt manyaklığın Taksim’e kattıklarını biraz düşünün. Bunu yaparken Cavit’te oturup iki kadeh rakı için, köfte veya hamsi sipariş edin. Yanında anne patatesi yiyin, daha çok anne patatesi söyleyip arayabiliyorsanız Sahte Ferdi’nin bağırtılarından sonra annenizi alkollü arayın.

Hazır Filmekimi’nin çatındayız, seans aralarında Urban’da oturup 10 yıldır aralıksız orada çalışan bazen tatlı bazen asabi abiden iki bira isteyin, ya da 10 metre yanında yer alan Birinci Dünya Savaşı’na adıyla göz kırpan Çukur’da narlı fava ve patates kroket gömüp akşam seansına yetişin. Emek Sineması yıkıldı fakat hala Beyoğlu Sineması var, Atlas var, sırtlarını sıvazlayın, koltukları boş bırakmayın.

Keko gibi cover gruplarını çıkartan gece mekanları kapandı, alan memnun satan memnundu, genel olarak üzücü de olsa biraz kendinizi zorlamaya şans doğdu diyebiliriz. Hafta sonu Salon’a, hafta içi Peyote’ye gidin, orta katta on üstünden bir ila on arasında değişen yetenekte olup, adını duymadığınız onlarca grup çalıyor. Müzik piyasasının bir nevi CBGB’si olan Peyote’nin orta katına yıllardır adımını atmamış, piyasayı şekillendiren vasat müzik yazarlarına inat siz buraya daha çok gidin, hepsinden daha çok hakim olun yeni müziğe.

Babylon taşındı ama olsun Babylon’un Önü hala duruyor, 9 metrekare dükkanının 4 metrekaresine çilingir sofrası kurabilen tekel Muarrem Abi’den iki bira çözdükten sonra Babylon’un Önü gayet güzel bir mini bar olabilir, oldurun.

Datpınar varken zincirleşen dönerciden yemeyip, pasajlar varken Demirören’e gitmeyip, Yaşar Usta’dan aldığımız dondurmayı yalarken Mado’nun yanından beddualar eşliğinde geçerek zaten temelimizi 2013 Haziran’ından sağlam atmıştık. Burada Mustang filmindeki gibi rezalet bir “Araya Gezi sokalım, nasıl sokuyoruz önemi yok, sokalım gitsin” gibi bir düşüncede değilim fakat beraber hareket etmeyi, dayatılan yanlış ve yalanlanmış düşüncelere “Haksızsın piç” demeyi taze öğrendik. İlk negatif anda tası tarağı toplayıp gitmeyelim. Burası bizim evimiz ve dışarıdan birileri sürekli camı kırarak evi taşlıyor. Evin içinde sus pus oturup, ümitsizce pencereyi delik deşik ederek giren taşları sayacağımıza, biraz daha mahallemize, şehrimize, kültürümüze ve en önemlisi birbirimize sahip çıkabiliriz.

Sokakta 10 defa görüyorsam, 5 defa selam verip, 5 defa kaçtığım sevimli gözükürken korkutucu, korkutucu gözükürken de sevimli olabilen Taksim’in Renkli Siması Cenk’i son gördüğümde şans eseri sevimli günündeydi ve ona ufak bir soru sordum. “Cenk Abi, Taksim bitti diyorlar, ne diyorsun?” sorumu duymasıyla birlikte, çalıştığı yerden sorduğumu gösteren bir gülümsemeyle; “Taksim bitmez, Taksim daha çok değerlenecek” dedi…

Herhangi bir yazımı Taksim’in Renkli Siması Cenk’in sözleriyle açıp, kapatacağım aklıma gelmezdi ama bu ülkede her an her şey olabiliyor. Belki biz de biraz daha iyi niyetimizle, biraz daha yılmadan beraber devam edebilirsek, neden her an güzel şeyler de olmasın?