50 SHADES OF GREY’İ SİZİN İÇİN İZLEDİK VE İNCELEDİK

50 SHADES OF GREY’İ SİZİN İÇİN İZLEDİK VE İNCELEDİK


Minimal hardcore seksin elli tonu


2011 yazında bir tatil öncesi Ayn Rand, Malcolm Gladwell, J. D. Salinger gibi yazarlarlardan oluşan edebiyat comfort zone’umun dışına çıkıp patates kitap arayışımda tanıştığım E. L. James’in ilk kitabı beni ziyadesiyle şaşırtmıştı. Ev hanımı/yazar James’in Atlantik Okyanusu kadar geniş hayal gücü ise; Ana’nın iç sesinde ortaya çıkan liseliye rağmen beni rejimde önüme konan Godiva çikolataları kadar cezbetmeyi başardı. Olan biteni “Şimdi izle, HD izle” kadar grafik tasvir eden ve BDSM dünyasına tek gidişlik bilet kesen kitabı bitirdiğimde, kafamda bağımsız bir yönetmen edasıyla, biraz da Lars von Trier kokan bir tarzda çoktan 50 Shades of Grey filmini çekmeye başlamıştım… Kafamdaki başrolü kapan Henry Cavill ya da Ed Westwick’e, pek tabii Dakota Johnson’ın değil bizzat benim eşlik ettiğim film, gönlümün Oscar’ını kaptı. Sonra 50 Shades Darker ve 50 Shades of Freed geldi ve gri rengin anlamıyla birlikte kravatlara bakış açım da tamamiyle değişti.

Üçlemeyi bitirip Christian Grey’i çoktan özlediğimde, serinin film uyarlamasını bekledim. The Notebook’ta Noah’nın Allie’yi beklediği gibi bekledim… Sultan Süleyman’ın seferden dönmesini bekleyen Hürrem gibi bekledim… Ve film dedikoduları geldi. Universal Studios’a gittim, gördüğüm ilk ağaca dedikodular doğru olsun diye bir bez parçası astım ve Hollywood’dan adağıma cevap aldım. Beyoncé’nin Crazy in Love şarkısının arzuya batırılmış versiyonu eşliğinde filmin ilk fragmanı geldi. Charlie Hunnam’ı adonislerinin gücüyle yenen Jamie Dornan’ı, Ana Steele rolüne cuk oturan Dakota Johnson’ı ve sınıfta kalan kimyalarını izledim. Hafta sonunu tekila shot’lar arasında geçermiş gibi hissettiren, Pazartesi ile Cuma arasındaki günleri ise yavaş çekimde tekrar tekrar oynatan İzafiyet Teorisi’ne rağmen 13 Şubat’ı bekledim. Sayılı gün çabuk geçmedi; ama nihayet 50 Shades of Grey günü geldi çattı…

Annie Lennox’ın ‘I Put a Spell On You’ şarkısı eşliğinde başlayan film, ne yazık ki büyülemedi. Güzel bir yüz olmaktan öteye gidemeyen Jamie Dornan’a, sahte orgazmda bir dünya markası olmaya aday Dakota Johnson eklendi, kitabın orijinalindeki detayların yarısı silindi ve film eksi hanelere inip iflas etti. İsmini, Papa Alexander’ın ‘Eloisa to Abelard’ isimli şiirinden alan Eternal Sunshine of the Spotless Mind filmindeki gibi hafızamı sildirmek istedim. 125 dakikayı hayatımdan silip, çöp kutusunda attıktan sonra çıkan dijital buruşturma sesiyle kulak orgazmı yaşamak istedim. Ne yazık ki filmi izledikten sekiz saat sonra kulağımdaki tek ses Miss Steele’in evlat olsa sevilmez kıkırdamaları oldu.

Yönetmen Sam Taylor-Johnson’ın romana sadık kalmaması, tüm seks sahnelerinin Christian Grey’in deyimiyle vanilla kıvamında geçmesine sebep oluyor. Filmdeki ten ve kimya uyuşmazlığına kayganlaştırıcı olarak kullanılmaya çalışılan şarkılar bile insanı mutlu sona ulaştıramıyor. Film, Grey’in Steele’i ilk cezalandırmasından, ilk sevişmelerine kadar hiçbir olayı kitaptaki gibi yansıtmıyor ve senarist Kelly Marcel, 50 Shades of Grey’i nedense baştan yorumluyor. Kitapta Christian Grey’den despot matematik hocasıymış gibi çekinen Ana’nın haleti ruhiyesi asla tam olarak yansıtılamıyor.

En önemlisi de, Grey, karşısında düğme iliklenesi bir dominant olamıyor.

Kelepçe ve kırbacı BDSM olarak yansıtan filmin sözde en hardcore sahnesinde, Ana’nın kulaklığında çalması gereken opera müziği yerine Ortaköy’deki izlediğim sinemanın dışından seyyar satıcıların sesi yükseliyor (gerçekten) ve zaten filme adapte olamayan kalabalığın dikkati iyice dağılıyor. Kemeri kırmızı kod olarak belirleyen Ana, Grey’in pahalı hediyelerini geri vermek suretiyle Escala’dan ayrılıyor. Bir asansörde başlayan modern peri masalı, yine asansörde bitiyor. İyi ki de bitiyor.

Son olarak önerim; çöp gibi film, az bekleyin DVD’si çıkınca evde içe içe izlersiniz…