“Vizeyi aldığım anda gideceğim buralardan.” dediğimiz yerlerin başında hiç şüphesiz İsveç geliyor. İsveç’in o soğuk ikliminde insanlar neler yapıyorlar diye hiç düşündünüz mü? Biz de düşünmemiştik… Mesela feci üretken müzik sahnesinin tadını çıkarabilirler. The Field da bu sahnenin yıldızlı pekiyilerinden!
İsveç’in daha az soğuk bölgesinde, güneyinde dünyaya gelen Axel Willner, bu soğuk havayı reddederek müzik eğitimi almak üzere Lizbon’a gidiyor. Orada birkaç punk grubunda pena salladıktan sonra ülkesine geri dönüyor ve havanın çok soğuk olduğu bir gün, “Off dışarısı buz gibi lapa lapa kar var; bilgisayarın, controller’ın başına oturayım da bizi bu sıkıntıdan kurtaracak bir şeyler yapayım.” diyor. Böylece popüler şarkıları techno ritimlerle birleştirmeye, insanların kanını kaynatacak müzikler yaratmaya başlıyor.
2000’lerin başına geldiğimizde Garmonbozia adlı plak şirketini kuruyor ve Lars Blek, Porte, Cordouan, James Larsson gibi isimlerin yapımcılığını üstleniyor. Bu da yetmiyor, Andreas Tilliander, Sarah Nyberg Pergament ve uzun süredir dostu olan Johan Skön’le sahne almaya başlıyor.
Axel Willner, 2003’te The Field adını aldığında, Lionel Richie, Kate Bush ve The Four Tops gibi ünlü isimler ile shoegaze türünün en sevilenleri Slowdive ve My Bloody Valentine şarkılarını, ambient techno ile birleştiriyor ve her türden müziği tek potada eritmeye başlıyor.
2004’te, elektonik müziğin en önemli plak şirketlerinden Kompakt etiketiyle ilk demosunu kaydediyor. 2005’te ise Annie’nin Heartbeat adlı şarkısına yaptığı kayıt, 12-inch şeklinde piyasaya sürülüyor.
2007’ye geldiğimizde Kompakt’ı çoktan arkasına almış olan The Field, bu kez From Here We Go Sublime adlı ilk albümünü yayınlıyor. Albüm, Metacritic tarafından “yılın en iyi albümü” seçilirken, Resident Advisor da From Here We Go Sublime’ı ilk 100 albüm içinde 29. sıraya yerleştiriyor. The Field aynı yıl, Thom Yorke, Gui Boratto ve Battles şarkılarına yaptıkları remix’lerle ortalığı kasıp kavurmaya devam ediyor.
Pitchfork Music Festival, Sónar, Field Day ve All Tomorrow’s Parties’teki performanslarıyla Kuzey Amerika ve Avrupa’da “So tell the girls that I’m back in town” diyerek, insanları İsveç’in sadece soğuktan ibaret olmadığına inandırıyor.
2009’da yayınlanan ikinci stüdyo albümü Yesterday and Today ile John Carpenter, Philip Glass ve Steve Reich gibi isimlerden etkilendiğini söylüyor, böylece The Field’in müziği de hayatımızın belirli dönemlerinin soundtrack’i oluyor.
İki yılda bir, güzel işlerle karşımıza çıkan The Field, takvimler 2011’i gösterdiğinde üçüncü albümü Looping State of Mind’la techno’ya daha fazla enstrüman ekliyor. Artık her kesime beklediğinden de fazla hitap etmeye başlıyor.
Kompakt, “Böyle bir müzisyeni bulduk, tabii ki bırakmayız.” diyor ve The Field’in 2013’te yayınlanan dördüncü stüdyo albümü Cupid’s Head’e de imzasını atıyor. 2016’da son stüdyo albümü The Follower’ı dinleyenlerle paylaşan The Field, artık Berlin’de hayatına devam ederken, bizler de “E peki, ne zaman Türkiye’de dinleyebileceğiz seni?” diye sormaya başlıyoruz.
Cevabını duymaya hazırız.
16 Eylül’de, yine Kompakt’ın en sevilen isimlerinden Coma’yla birlikte, hem de “live” olarak Garaj sahnesinde dinleyebileceğiz! Minimal techno’yu bu denli başarılı bir şekilde bizlere sunan bir ismi, The Field’i, hem de live olarak bir daha ne zaman dinleyebiliriz, kesinlikle bilmiyoruz.
Ne yapıp edip kaçırmayacağımız 16 Eylül akşamının sınırlı sayıdaki avantajlı biletleri ise BURADA!