atlanta nasıl oldu da afro-amerikan kültürünün twin peaks’i oldu?

atlanta nasıl oldu da afro-amerikan kültürünün twin peaks’i oldu?


hollywood'a kırbaç darbesi niteliğinde bir cevap: atlanta


Yıllar sonra gelen devam filmleri, hikayenin bilmem kaç sene öncesinde geçen prequel’lar, dıdısının dıdısını anlatan spin-off’lar, uyarlamalar, uyarlamaların uyarlamaları derken Hollywood’un iki kutu Doravit bassa bile zor gidereceği fikir kabızlığı, son yıllarda sinema/televizyon severler olarak yana yakıla şikayet ettiğimiz durumların başında geliyor. Hal böyle olunca orijinal bir iş ile karşılaştığımızda ıskalayamıyoruz. Hele ki bu orijinal iş önümüze kaymaklı kadayıf tadında sunulmuşsa son dilimi yemek, ona veda etmek zor geliyor. Yarın final bölümü ile ekranlara veda edecek Atlanta da yakın zamanda karşılaştığımız bu yegâne işlerden biri.

“Community’nin Troy Barnes’ı olarak sapasağlam bir sinema kariyerinin ilk adımlarını atan Donald Glover’ın oyunculuğun yanına yazarlık ve yönetmenlik apoletlerini de taktığı Atlanta, -adından da anlaşıldığı gibi- ABD’de siyahi popülasyonun en yoğun olduğu şehirlerden biri, Georgia eyaletinin başkenti olan Atlanta’da biri rap sahnesinde yükselmeye çalışan, diğeri ise lisansı son sınıfta terk eden iki kuzenin ve eşlikçilerinin hikayesini komedi ve dram türleri altında anlatıyor.” şeklinde bir cümle kursak ne kadar doğru olur? Belki kısmen. Zira Atlanta’nın sinopsisi her ne kadar çoğu mecrada bu minvalde yazılmış olsa da dizinin kendi içinde oluşturduğu yapıyı böyle bir cümleye indirgemek pek de yakışık almaz gibi.

Evet, Atlanta aslında bir komedi dizisi. Hatta Acun’un Exxen’inde çöplükte bulunan pırlanta gibi parlayan Gibi’nin barındırdığı absürt komedi unsurlarının en büyük ilham kaynağı olabilir belki de. Veya alternatif evrende Feyyaz, aslında Donald isimli bir siyahidir, bilemiyoruz. Irkçılık, varoluşçuluk, günümüz Afro-Amerikan kültürü ve beyaz üstünlüğünü kurcalayarak anlatılan bir dram da mevcut Atlanta’da. Ancak sürrealizmin seyirciye ekmek banarcasına yedirilmesi, Atlanta’yı aynı temaları kurcalayan veya takip eden yıllarda kurcalayacak yapımlardan hayli farklı bir konuma sokuyor. Dizi için David Lynch’in Twin Peaks’i, von Trier’in Kingdom’ı veya TV8’in Survivor’ından sonra televizyonda gördüğümüz en sürreal işlerden biri desek ağzımız yalan kokmaz.

Tabii işin içine siyahiler ve siyahi kültürünün konu alınması girince bu sürreal tema da farklı bir yöne evriliyor. Fantezi, alternatif tarih ve büyülü gerçekçilik türlerinin birleşimi olan afrofütürizm estetiği ile sürreal akımın öz çocuğu afro-sürrealizm, ilk olarak 70’li yıllarda Amiri Baraka’nın tanım olarak kullandığı ve 2009’da D. Scot Miller’ın 10 madde ile manifestlediği bir sanat akımı. Atlanta’nın bu kadar sıra dışı ve belki de garip durmasının ana sebebi de bu akımı rota belirleyen ilk ve tek dizi olması. Justin Bieber’ın siyahi olarak tasvir edildiği Nobody Beats the Biebs, meşhur bir rapçinin görünmez arabasıyla geleni geçeni ezdiği The Club, Black Mirror ve Jordan Peele’nin gayrimeşru çocuğu gibi duran The Big Payback, polis şiddeti ile sonlanan animasyon bir mısır gevreği reklamına yer veren B.A.N., biyolojik babası siyahi olmasına rağmen beyaz olduğu için n-word’ü kullanmaktan çekinmeyen bir gencin hikayesini anlatan Rich Wigga Poor Wigga gibi bölümler Atlanta’nın afro-sürrealizm akımının dibini sıyırdığının başlıca örneklerinden.

Atlanta, siyahilerin makus talihlerinin hiç de makus olmadığı bir alternatif evrende ekranlara gelen bir dizi olsaydı, muhtemelen o evrenin Seinfeld’i olurdu. Rap camiasındaki yükselişini kriminal bir suça bulaşmasına mı yoksa hit şarkılarının ardındaki kaliteye mi bağlayacağını bilemeyen ve bunu takiben imposter sendromundan muzdarip duruma düşen Paper Boi aka Alfred’i Jerry, üniversiteyi terk ettikten sonra kütük şehri Atlanta’ya tek yön dönüş yapan ve burada hayatını nasıl idame ettireceğini bilemeyip menajerliğe bürünen Earn’ü George, bir ortaokul fen öğretmeni olarak hayatını sürdürürken uyuşturucu testini geçemeyip mesleğinden kovulan ve kızının babası Earn ile hemen hemen aynı konuma düşen Vanessa’yı Elaine, “I would say nice to meet you, but I don’t believe in time as a concept. I’ll just say we always met.” şeklinde kafa açan replikleri ile Atlanta’nın zaman ve mekan kavramlarından sorumlu olan deli dahi Darius’u Kramer ile eşleştirirsek bu teorimiz hemen hemen doğrulanır gibi. Yetmediyse bir de son sezonun açılış bölümü The Most Atlanta‘yı izleyelim, Seinfeld’in meşhur otopark bölümü The Parking Garage ile ne kadar benzerlik taşıdığını görünce bize hak verirsiniz belki.

Tüm bu bileşenleri bir kenara bırakırsak… Siyahileri hedefine alıp vahşice öldüren bir seri katilin hikayesini fazlasıyla romantize edilmiş bir biçimde anlatan (bkz: Monster: The Jeffrey Dahmer Story) veya -sözde- ethnic diversity uğruna bilmem kaç yüz yıl boyunca yaşanan kölelik gerçeğini hiçe sayar gibi 19. yüzyılda geçen bir yapımda siyahi bir oyuncuyu lord olarak tasvir eden (bkz: Bridgerton) yapımların kol gezdiği 21. yüzyıl sinema ve televizyon sektöründe Atlanta, Hollywood’a tokat değil, kırbaç darbesi gibi bir cevap niteliğinde.