jakuzi: “yalnız olmadığımızı fark etmek için birbirimize, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var”

jakuzi: “yalnız olmadığımızı fark etmek için birbirimize, birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var”


jakuzi, 5 yıl sonra kapıyı açıyor ve madalyonuyla yüzleştiriyor


Jakuzi’nin son albümü çıktığında takvimler 2019’u gösteriyordu. Pandeminin p’si dahi ortada yoktu. Birçoğumuz, şu an olduğu kişiden farklıydı. Farklı hayat gayelerimiz, farklı mutluluklarımız, farklı hüzünlerimiz, farklı hayaller ve gerçeklerimiz vardı. Aradan geçen 5 sene bizi olduğu gibi Jakuzi’yi de etkiledi. Hayata geri dönebilmek, birçok değer yargımızı sorgulattığı gibi çoğumuzun hayatına değişimler kattı. Jakuzi’nin kurucusu ve frontman’i olan Kutay Soyocak ile Kadıköy’de buluşup birbirimizin halini hatırını sorduk. Aradan geçen 5 yılın bıraktığı izin, 5 yıldan daha fazlaya denk düştüğü konusunda hem fikir olduk. “Madalyon”un ilk yarısının açılışında olduğu gibi, kapı açılma sesiyle bir yere oturduk ve kayıt cihazının varlığını bir noktadan sonra unuttuk. Karşınızda 5 yıllık hasreti sonlandırmaya hazırlanan Jakuzi’nin yeni albümü “Madalyon” ve onun hikayesi. Afiyet olsun!

 

  • İlk olarak yeni bir Jakuzi albümüne kavuşabilmek için 5 yıl beklememizi soracağım. Arada -bence çok iyi bir işti- Açık Bir Yara/Hiç Işık Yok ile Merasim’i yayınladınız. Ancak alışkın olduğumuz albüm formatında bir kayıtla karşılaşmadık. Anlatmak ister misin?

 

Bunu söylerken ben de garipsiyorum ancak pandemi kavramının hayatımıza girişi, değer dünyamızı, önceliklerimizi yerle bir etti. Hayatımıza dair her şeyi baştan kurmamız gerektiğini anladığımız bir zaman geçirdik. 2016 ve 2019’da ilk iki albümün çıkışı, sonrasında Almanya menşeli City Slang’in sayesinde Avrupa’nın birçok yerinde çalmamız; Türkiye’de niş sayılabilecek bir işi, endüstriden pek de koparmadan sürdürmeye çalışmak, birçok yetimizi geliştirdi. Bir yandan da Jakuzi’nin underground temeline rağmen ana akımın sınırlarında yüzen ama hiçbir zaman da ana akıma girmeyen bir hali var. Ki bundan şikayetçi değilim. Aksine, benim ve bugüne kadar birlikte çalıştığım insanların getirdiği bir zenginlik bu.

Pandemiyle birlikte bütün o hevesimin, becerilerimin, bu süreci yönetme kabiliyetimi gözden geçirdiğim bir süreç yaşadım. Kimsenin bir şey yapamıyor oluşu beni çok rahatlattı. Çünkü, geri dönüp bakınca, işler yolunda giderken temelimin sağlamlaşmadığını fark ettiğimden dolayı yine boşluğu düştüğümü hissettim. Bu konuda kendimi eleştirdiğim yerler de oldu. Müzik, heykel okurken beni kurtaran, kendimi ifade etmek için en hızlı ve efektif alanı sağlayan araçtı. Lakin, sonrasında bu araçla olan ilişkim zayıfladı. Pandemide bu araçla olan ilişkimi onarmak da zor oldu. Açıkçası, grubun ilk baştaki üretme dinamiğinden, daha tekil bir üretme dinamiğine geçtiğimi gördüm.

 

  • Bir gruptan ziyade, tek kişilik bir gruba mı evrildin? 

 

Evet. Bir yandan da bakarsan bu, benim hiçbir zaman olmasını istemediğim şey. Önceliğim hiçbir zaman kendi adımı öne çıkarmak değildi. Her zaman bir grup olarak, gruptan ziyade bir gang olarak ilerleyelim istedim. Çünkü Jakuzi bir MC değil, benim mahlasım değil. Jakuzi, tamamen bu müziğin ve söz yazımının getirdiği dünya.

Her şey düzelip normal hayata dönmeye başladığımızda benim için yorucu oldu. Kendimi en rahat hissettiğim yer sahneyken, pandemiden sonra zorlandım. Çünkü öyle bir kesinti geldi ki hayatımıza, yer yer neye devam ettiğimi anlayamadığım bir dönem oldu. Duygusal olarak Jakuzi’den hiçbir zaman kopmadım. Taner’le (Yücel) ilk iki albümü yaptıktan sonra, yine öyle bir takım arkadaşı arayıp bulamayışımın getirdiği bir bekleyiş de vardı.

Bir de bu işin sahne kısmına çok kafa yorduk. Daha fazla enstrüman çalınsın. Müziğin, canlı dokusu daha iyi olsun. Sahnede daha fazla müzik duymak istedim. Çünkü bunu yapabilme şansımız varsa niye yapmayalım ki?

Fotoğraf: Cem Gültepe

 

  • Çok aşina olunmayan bir tercihiniz oldu. Madalyon’u ikiye bölme kararı aldınız. En son Foals böyle bir şey yapmıştı. 27’sinde ilk yarısıyla tanışacağız. İki farklı albümden bir bütün oluşturma tercihinizin nedenlerini öğrenmek isterim. Bir de ikinci kısmı ne zaman dinleyeceğimize dair bir tarih varsa aklında dinlemek çok hoş olur.

 

Bu 4 sene içinde konseptle ilgili çok gidip geldim. Birçok kere yıkıp tekrar yaptım. Bazı şarkılar bitti, bazı şarkılar bitmedi. Bir de şu var, kaydedilmeye ya da üzerinde çalışılmaya başladığı albümün temelinde yatan şarkı veya ton belli oluyor. Bu albümde ‘Sahipsiz Gölge’ öyleydi. Kolonumuz oydu. Albümü, onun etrafına yaptık. Bazı şarkıları çıkarttık. Bazı şarkılar birkaç günde yeniden eklendi. Ki ‘Çürük Düş’, onlardan biri. Bu konuda Bahri Onur Erol aka. Soup Natsy’nin de büyük payı var. Böyle bakınca da albüm iki farklı kolondan ilerledi. Albüme adını verdiğimiz “Madalyon” metaforu da bu noktada hikayeyle birleşti. Çünkü Jakuzi, birçok türden beslenen bir iş. Etkilendiğim her şeyden parçalar taşıyan şarkılar yapmaktan kendimi azat ettim. Dinleyicilerin yıllar sonra dinlemek istediği yeni şeyleri göz önünde bulundurarak ve ilk iki albümden sonraki süreçten sonra kendimi yine öyle bir şeyin içine sokmak istemedim. Müziğimle birlikte demlenmeyi tercih ettim.

Albümün ikinci yarısının müzikal tarafıysa biraz daha farklı. Misal Sebastien Tellier dinlemeyi çok severim. Ancak direkt French disco diyemeyiz. Çünkü yaylıların da olduğu, Fransız balladlarında çok bulunan şanson tarzının yakınsadığı bir nokta. O yüzden ikinci albüm biraz daha şan ağırlıklı olacak. 2025’in ilk aylarını işaret edebilirim.

 

  • Senin şarkı sözü yazarlığındaki değişimden bahsedelim istiyorum. “Fantezi Müzik”, dışlanan, ötekileştirilen insanlarla bağdaşlık kurarken bir yandan da insanın kendi içine döndüğü bir albümdü. Yaralarımızla yüzleşmek için oldukça neşeli bir sound tercihiniz vardı. “Hata Payı”, oldukça karanlık bir albümdü. Ancak, karanlığın kendine has bir estetiği vardı. “Madalyon”a geldiğimizdeyse, şarkı sözlerinin altından müziği alsak şiir olarak yeni bir sanat formuna dönüşebilir. Şairane bir tarafı olduğu düşüncesindeyim.

 

Özellikle bu soru için teşekkür ederim. Çünkü, yoğunlaştığım konulardan biri de şarkı sözleriydi. Müzikle olan kopukluğum ve bazı becerilerimin kaybolmasından bahsetmiştim ya, buradan çıkışım, bir şarkı yazarı olduğumu kendime hatırlatmam oldu. Eski işlere dönüp baktım ve ne anlatmak istediğimi düşündüm. “Fantezi Müzik” ve “Hata Payı”nın farklı farklı mesajları vardı. “Fantezi Müzik”, senin de dediğin gibi dışlanan, kimlik bunalımı yaşayan bir insanın direkt Türkçeyi kullanarak nasıl derdini ifade edebilirin bir sonucuydu. Kendimi test ettim. Çünkü benim için bu, mesajı direkt söyleme isteğiyle sonucun bir kavgasıydı. Aklımdan geçenle, gördüğüm, duyduğum şeyin bir olmamasıydı. İlk albümde ihtiyacım olan şey buydu. Heykel okuyordum ama ben bunu yapamayacağım demeye başladım. Çok uzun yıllardır süregelen bir beceriksizlik korkusunu tetikledi. Bir yandan da bir şey yapabileceğime olan inancımın, potansiyelimin bana huzur vermemesi… “Fantezi Müzik”, sözel anlamdaki dağınıklığımın bir yansımasıydı. O, geçmiş hayatımın bir best of’uydu. Hata Payı’nı yaparken, 20’lerimin sonuna geliyordum. 27 eşiği denen konuyu ben de yaşadım. Hala ölmediğime göre yaşamak lazım.

Fotoğraf: Cem Gültepe

 

  • Ferhan Şensoy’un, “naber lan yaşamak”ı gibi bir durum oluşmuş anlaşılan.

 

(Gülerek) Aynen öyle. Kendimi direkt ifade etme arzumun, Türkçeye olan inanılmaz inancım ve bağım bu süreci ortaya çıkardı. Çünkü, Türkçe sözle toplumsal kompleksin büyülü bir şekilde kırılabileceğini ve kendimizi gerçekleştirebileceğimize inanıyorum. Beni besleyen şeylerden biri bu. Kilink, Cemiyette Pişiyorum, mor ve ötesi’nin “Dünya Yalan Söylüyor”u… Bu insanların, kendini Türkçeyle ifade etme eforu bende yer etti. Kendimi böyle ifade etme isteğimde Garip akımından Orhan Veli, Melih Cevdet Anday’ın da etkisi oldu. O insanlarla, üretme alışkanlığı üzerinden kendimi farklı görmediğim bir aura olduğunu hissettim. İlk iki albüme dönüp bakınca şarkı sözlerinin, Garipçiler gibi olduğunu da fark ettim. Bu sadelik ve direktlikle ifade etme şekli bana iyi geldi. Bir yandan şarkı sözü yazarlığıyla şairlik farklı şeyler. Bunun bilincindeyim. Ama bir şarkı sözünün, şiirle flört etmenin sınırlarını zorladığı yerler var. Türkçe’de peşinde olduğum şey tam olarak bu.

Onur’un, Büyükada’daki evinde “Madalyon”un ilk yarısını böyle yaptık. Tıpkı Taner’le onun Beşiktaş’taki evinde “Fantezi Müzik”i yapmamız gibi. Bohem bir istek olarak Büyükada’da albüm kaydetme isteğim vardı. Ancak gerçekleşince tabii ki daha farklı oldu. Bu süreçte tekrar Ece Ayhan okumaya döndüm. Behçet Necatigil’e döndüm. Ki ‘Sahipsiz Gölge’nin ismi, onun bir şiirinin ismi. “Madalyon”un şiirsel bir havası olmasını istemiştim. Senden bu soru gelince de bunun dinleyiciye geçtiğini gördüğüme sevindim.

 

  • Albümü Büyükada’da kaydettiniz. Adalar’ın kendine has bir dokusu var. Dört farklı ada. Hepsi bir yandan İstanbul’un parçası ama bir yandan kendine özgü halleriyle bir yerin parçası gibi de değiller. Adalar’da bugüne kadar dönemsel yaşayan çok fazla müzisyen olduğu gibi Hüseyin Rahmi Gürpınar ve Sait Faik Abasıyanık gibi edebiyatçılar da var. Büyükada’nın, Madalyon 1 için kayıt yeri olmanın ötesinde bir anlamı varsa senden duymak isterim.

 

İstanbul’a yakın olup birazcık da dışından bakabilen bir yer Adalar. Çok özel kaçış yerleri. Misal ben Heybeliada’yı daha çok severim. Büyükada’yı hala daha çok kalabalık buluyorum. Lakin, Onur ve eşi Ezgi’nin bana sunduğu şans sayesinde Büyükada’da albümü kaydettik. Ki onların evi Sedef Adası’na bakan bir noktada, daha sakin bir noktadaydı. Bu sayede ihtiyaç duyduğumuz izolasyona sahiptik. Taner’le çalışmayı en özlediğim şey, ikimizin albüm sürecinde sadece albümle yaşamımızdı. Onur’la, Madalyon için çalışırken de aynısını yaşadık.

 

  • Ne kadar süreyi Büyükada’da geçirdiniz?

 

2 ay ama aralıksız değil. Kesintiler halindeydi ama totalde 2 ay oradaydık. Ada’nın kendine özgün hali, bana zamansızlığı hayal ettirdi. O da elimi çok kolaylaştırdı. Heybeliada’ya keyfi olarak gittiğimde de kendimi 70’lerde, 60’ların ikinci yarısında gibi hissediyorum. Bu da beni her anlamda besliyor. Bir de Kıbrıs’ta büyüdüm ben. O yüzden Ada’da olmak, Ada kültürüyle bir arada olmak bana iyi geliyor. Onur ve eşinin bana sundukları bu olanak çok kıymetli. Onur’la çalışırken ‘Sahipsiz Gölge’ bizi çok heyecanlandırdı. Tekrar müzik yaparken heyecanlanabilmek kıymetliydi. Bir yandan da şu var, kapakta gördüğünüz madalya, 1948 Londra Olimpiyatları’nda sporcuları verilen madalya. 1948’deki Olimpiyat şu açıdan önemli: II. Dünya Savaşı sonrasındaki ilk Olimpiyat. Dünyanın yaşamaya, her şeye geri dönebilme hevesini duymaya başlamasının yansıması. Kapakta bulunan figürlerde 3 kişi görebilirsiniz. O 3 kişi, Jakuzi’nin başlangıcında yola çıkan 3 kişiyi gösteriyor. Bir yandan da 3. albümümüz. Renklere gelince, bir plaketin içiymiş gibi hayal ederek tasarladık. Benim için albüm işitsel dünyasıyla, kapağın görsel dünyasının birleşimi oldu. Jakuzi’nin en başarılı olduğu yanlardan biri, güçlü bir görsel dünyasının olması.

 

  • Bir diğer dikkatimi çeken noktaysa görece kısa bir albüm olmasına rağmen hem intro hem de outro’nun yer alması oldu. Bunu, Madalyon’un ikinci yarısına açılan bir kapı olarak yorumlamak mümkün mü yoksa başlı başına farklı bir şey mi?

 

Madalyon’un ikinci yarısına bir bağlaç olması için bunu tercih ettim. Zaten dinleyici Spotify’da albümü açıp dinlerken intro ya da outro yazısını görmeyecek. Onlar, sadece şarkı ismini görecek. Intro, albüme girişin hissedilmesi içindi. Bir kapının açıldığı fark edilsin istedim. Outro, yani ‘Sür Beni’nin devamı da duvara toslayan bir araba kazasının ses tasarımı en özetle. Bir ölüm var. Çünkü araba infilak ediyor. O noktada, arkadan gelen çizgi film vari koronun parodik hali ikinci yarıdaki yeniden dirilmenin bir fragmanı.

 

  • Albümün mastering işlemi için Tame Impala, Ariel Pink, Blood Orange, Wolf Alice ve Madvillain ile çalışmış Dave Cooley ile güçlerinizi birleştirmişsiniz. Albümü ilk iki dinlememde kulaklık takmayınca çok net fark etmemiştim. Ancak kulaklık takınca her şarkıda önemli dokunuşları olmuş diye düşündüm. Örnek vermek gerekirse, Korkuluk’un 2. dakikasından sonraki synth kısımları, ya da Sahipsiz Gölge’deki yoğun sayılabilecek trafiğe rağmen tertemiz duyulması. Senden Dave Cooley ile çalışmanın nasıl bir deneyim olduğunu dinleyebilir miyim?

 

Ariel Pink’in “Dedicated to Bobby Jameson” albümünden sonra Dave Cooley’e ulaştık. Mix’i, Onur’la birlikte Büyükada’da yaptık. Vokal kayıtlarını Mehmet İncili’yle Vibes’ta tamamladık. Lo-fi estetiğiyle kendi prodüksiyonumuzu yaptığımız albümün mastering aşamasını, bu estetiği bilen ve tecrübesi olan bir insanla tamamlayalım istedik. Bu noktada da sorunun başında adını geçirdiğim Ariel Pink albümü “Dedicated to Bobby Jameson”a gittik.

Süreç muazzamdı. Çünkü “albümü gönderdin geldi” gibi olmadı. Dave’e, Türkçenin kendi içindeki sertliğini, zorluğunu ama bir yandan da çekiciliğini anlattık. Dave’in profesyonelliği, çalışma şekli ve albüme kattıkları, bizim yaptığımız mix’i güçlendirdi. Onun sayesinde, tam olarak duyulmasını istediğimiz gibi duyuldu.

 

  • Bir süredir gördüğüm bir içerik var. Pitchfork, sanatçılarla buluşup onlara bir tane 10 üzerinden 10’luk albüm söylemelerini istiyor. Bu soruyu sana yöneltsem alacağım cevap hangi albüm ya da albümler olurdu? 

 

Bir John Maus albümüyle başlayabilirim. Jakuzi müziğinde çok önemli yeri olan bir albüm. “We Must Become the Pitiless Censors of Ourselves”. Ariel Pink’in, “Dedicated to Bobby Jameson”ı bizi çok besledi. Onun adını bu soruda geçirmemem imkansız. mor ve ötesi’nin “Dünya Yalan Söylüyor” albümünü burada söylemem gerekiyor. O albüme benim bir gönül borcum var. O albümde yer alan bir şarkıdan, sırf iki şarkı çıkardım. ‘Toz’ ve ‘Bir Düşmanım Var’, ‘Son Deneme’ sayesinde ortaya çıkmış şarkılar. Cemiyette Pişiyorum’dan “Çocuklar ve Gençler İçin Şarkı Demeti”nden bahsetmem lazım. O albümdeki şarkı sözü yazımının bu kadar özgür olması ve birçok şeyden bahsedebilme yetisi beni net olarak besledi. Jakuzi’nin olmazsa olmazlarından.

 

  • Jakuzi’yi, Jakuzi yapan albümlerden diyebiliriz o zaman sanırım?

 

Evet. Bence de diyebiliriz.

 

  • Bazı insanlar için sahne hayvanı denir ya. Bugüne kadar yerli/yabancı yüzlerce grup izledim ve sen onlardan birisin bence. Hep biz seni sahnede izliyor ve performansından etkilenip, Jakuzi personana hayran kalıyoruz. Benim merak ettiğim nokta, sen en son sahnede kimi hayran hayran izlerken buldun kendini? Ya da kimi izlesen öyle olurdun?

 

Nick Cave & the Bad Seeds’in son Parkorman konseri beni çok etkiledi. Muhteşem bir deneyimdi o gece. Nick Cave’in haricinde Warren Ellis’ten, arkadaki gruba kusursuz bir konserdi. O konserin benim için bir diğer anlamıysa, bir duygunun, sahneden nasıl yönlendirilebileceğine dair bir öğretiydi.

Kimi izlesem benzerini yaşardım diye düşünüyorum. Ya black metal konserlerini söyleyebilirim. Çünkü orada farklı bir durum var. Kostümünden, sahnesine, alt kültürün bir nevi ana bir kültüre de dönüştüğü oluyor. Benim için en keyifli konserler black metal gruplarının konserleri oluyor.

Bir de sen sormadın ama benim bahsetmek istediğim bir konu var. Hazır konserler ve canlı performanslardan bahsederken burası doğru yer gibi geldi. Sahneye ve sahnede olmaya dair en sevdiğim şeylerden biri, orada geçilen persona. Türkiye’de bu katmanlar pek fazla anlaşılmıyor. Herkes, doğal olarak seni sahnede gördükleri insan gibi biri sanıyor. Ama sahnede gördükleri o persona, günlük hayatta hiç işime yaramayan bir şey. O yüzden senin de değindiğin o sahne hayvanı denen şeyi, sahnede tutmaya çalışıyorum ki arasında bir kontrast olsun ve bir basamak olsun ki ona basıp ilerleyebileyim. Bunu tavırlarımla kurmaya çalışıyorum.

 

  • Son olarak da şunu sormak istiyorum. Madalyon, bugüne kadar Jakuzi’nin başarmadığı neyi başarırsa senin için değerli olur? Bunu maddi bir başarıyı kastederek sormadığımı da eklemek isterim. Bir his, konser, proje vb. kısımları kastettim.

 

Eğer biri, bu albüm ve önceki işlerimizi dinledikten sonra, kendini Türkiye’de bir yere biraz daha ait hissederse başarılı bir albümdür benim için. Her şeyin bu kadar ters gittiği psikolojisinden çıkıp kendi hayatına bunu pozitif şekilde döndürebiliyorsa başarılı olmuşumdur. Öyle bir durumda en büyük amaçlarımdan biri gerçekleşmiştir.

Önceki sorulardan birinde açıklamıştım. Türkiye’de, kendini Türkçe ifade edebilmekle ilgili takıntılı olduğum nokta da bu. Bunu milliyetçilik gibi saçma tuzaklara düşmeden, ama bir yandan da sürekli kendini ezerek, garip bir global entegrasyonun parçası olmayı da istemiyorum. Gerçekçi ve ilerleyen bir yeni Türkiye’nin insan grubundan olmak, onlarla şarkı söylemek istiyorum. Çünkü hem onlar yalnız değil hem de ben yalnız değilim. Yalnız olmadığımızı anlamak için birbirimize ve birbirimizi anlamaya ihtiyacımız var. Karşılıklı bir kavuşma gibi bir şey bu. İnsanların sadece sanatta değil, her konuda, istediğini yaparak buluşabildiği bir fikir olarak görüyorum. Buradaki hayatımıza devam edebilmemizin en temel kaynağı. Bizlerin üstüne düşen, silinip gitmek değil. Var olup, var olma hakkımıza dair söz söyleyebilme gücüne sahibiz, bunu yansıtmalıyız.

Asıl zenginliğimizin ne olduğunu doğru anladığımızdan emin değilim. Sokağa çıkınca, ne kadar farklı insan görüyorsak o kadar zenginiz. Ben, çevremde daha fazla sayıda farklı insanlar olunca kendimi daha zengin ve güvenli hissediyorum. Bu sayede empati yeteneğimiz gelişiyor. Böyle bir Türkiye’nin parçası olmak… İstediğim şey bu. İdeolojik bir yerden değil, insani bir yerden, duygusal bir şekilde söylüyorum.

Fotoğraf: Cem Gültepe

Röportaj: Ant Arın Şermet