MORE LIGHT

MORE LIGHT


Primal Scream


Müzikte 30. yılını doldurarak dalya diyen Bobby Gillespie ve dava arkadaşları, kapağında “Kadıköy Boğası Serhat Akın”dan etkilendikleri yeni albümleri More Light ile gönüllere su serpiyor, hem de 19’luk damacanayla.

Bobby Gillespie on beş, bilemedin on altılı yaşlarında jilet sponsorluğundaki punk rock ile başladığı müzik kariyerine, ilerleyen yıllarda zamana ayak uydurup new wave’e kayarak devam etti. Tam o sırada birlikte uzunca bir kariyere baş koyacakları dadaşlarıyla ortak paydada buluşup, gruplarına Primal Scream adını koyduklarında ise yıl 1982’ydi. Saatler ise gecenin körünü gösteriyordu. “O saatte grup mu kurulurmuş peh” demeyin, bal gibi kurulur.

Primal Scream, Bobby Gillespie önderliğindeki ilk dönemlerinde kendi yağında kavrulan, orta halli bir grupken, vizyon sahibi olmalarının sayesinde zamanla müziğe gizli bir şekilde yön veren bir grup haline geldi.

Indie rock, alternative rock derken ikinci albümlerinde bulunan I’m Losing More Than I’ll Ever Have adlı parçaya Andrew Weatherall’ın yaptığı remix, grubun bir anda vizyonunu genişletti. Hem de ne genişletmek…. O yıllarda altın çağını yaşayan Andrew Weatherall, Rolling Stones prodüktöru Jimmy Miller ve The Orb’un yardımıyla, zamanın çok ilerisinde bir albüm yaptı; Screamadelica. 1991 yılında çıkardıkları Screamadelica ile ilk dönem aşklarını geride bırakarak, adeta acid house janrını yarattılar. Tüm zamanların en iyi albümlerinden biri olarak nitelendirilen albümle, Primal Scream; house ve dance müzik harmonisiyle dance rock’a kucak açarken, diğer bir yandan da acid house’a selam çakarak beyinleri yakıyordu. Bir rivayete göre; o yıllarda bu albümün yaratıcılığından etkilenen isimlerden az-ünlü Rüstem Batum da alametifarikası olan beyin tokatlama eylemini gruba borçlu…

Primal Scream, gelecek nesillere miras olarak bıraktığı, muhtemelen onlarca yıl sonra hala dinlenecek olan Higher Than The Sun adlı parçasıyla dost, Andrew Weatherall ile kısık ateşte hazırlayıp kıvamını tam tutturduğu Screamadelica’yla da o yıl ilki düzenlenen Mercury’i kaparak düşman çatlattı.

Ardından gelen ’94 çıkışlı Give Out But Don’t Give Up ile bir nevi köklere dönmeye baş koydular. Give Out But Don’t Give Up ne kadar kalburüstü bir albüm olsa da, Screamadelica’nın ardından gelmesiyle bekleyenlerini hayal kırıklığına uğratmıştı. Böylelikle ‘Loaded’da dedikleri gibi; “Özgür olmak isteyen, istediğini yapmak isteyen, hep iyi vakit geçirip, party-hard mottosunu benimseyen” grubun tekrar düşünmesini sağlamış, uyuşturucu alemlerinden ve Manchester taraflarından esen rave rüzgarlarından başlarını kaldırmasını sağlamıştı. Bir nevi itliği, kopukluğu bıraktıran albüm de diyebiliriz buna…

1997 yılında Vanishing Point adlı albümleriyle dub’a ve özellikle psychedelic rock’a yan gözle bakarak, Can gibi efsanelere nostaljik göndermeler yaparken, shoegaze ve dans müziğini yine kendilerine has bir biçimde beşik kertmesi kıvamına getirdiler.

Bir yıl sonra My Bloody Valentine’dan Kevin Shields’ın gruba katılmasıyla ilerleyen yıllarda Primal Scream’in sound’unun büyük bir değişim geçireceği bekleniyordu. 2000 yılında çıkan XTRMNTR’la bu sefer kendi temellerine dönerken; kısa, vurucu ve öfkeli, acıya, eşitsizliğe ve savaşa değinen sözlerin hakim olduğu industrial, noise, punk ve rock müziği, electronic ile evlendirerek ürün yelpazesini genişlettiler. Shoot Speed/Kill Light gibi şarkılarda karanlık gitarlarının etkisi bariz bir şekilde belli olan Kevin Shields ile birlikte yaptıkları albüme aşık olmamak elde değil. Gavurun Exterminator, bizim “Kıtrmıntır” diye okuduğumuz albümde, yine birçok Primal Scream albümünde olduğu gibi bir kamyon prodüktör vardı. New Order’dan Bernard Sumner ve Chemical Brothers gibi isimlerle birlikte çalıştıkları albüm, ‘91 çıkışlı Screamadelica kadar başarılı olarak, ikinci Primal Scream dönemini başlattı ve bir dönemden başka bir döneme geçiş gerçekleşti. Primal Scream’in halifeliği ilan edildi. Exterminator, NME tarafından yılın albümü seçilirken, yıl sonu listelerinin çoğunda da kendine cillop gibi yer buldu. Tüm bu başarıyı, uyuşturucunun etkisinden hantallaşmış durumda uyuyan bir devi uyandıran Kevin Shields’a yıkmamak elde değil.

Kariyerinde hep gelişim gösteren Primal Scream, 2002 çıkışlı yedinci albümü Evil Heat ile XTRMNTR’ın üstüne koymaya çalışırken, punk ve disko’ya ölümcül bir şekilde bulaşsa da, otoritelerden çok kaypak notlar alması sonucu tam anlamıyla çıkartıp masaya koyamadı.

Riot City Blues, Evil Heat’i takiben 2006’da çıkardıkları sekizinci albümdü. Grubun Echo & the Bunnymen’den Will Sergeant, Nick Cave and the Bad Seeds’ten Warren Ellis, The Kills’ten Alison Mosshart gibi konukları da yanına alıp, elektronik müzikten uzaklaşarak garage’a sığındığı, bir nevi “Ulan yaşlandık be! Haydi bir de back to the roots diyerek bir albüm yapalım” diyerek hazırladığı bir albümdü. Özellikle Alison Mosshart’lı Dolls adlı parça ile tam kalbimize nişan alarak tetiği çeken Gilespie ve yoldaşları, ne yazık ki albümün tamamına bu keskin nişancılığını yayamamıştı. Zoraki olarak Lale Devri’ne geçiş yapan grup, tüm olan bitene rağmen albümden çıkan ilk single’ları Country Girl yani “E be Köylü Kızı”nın, İngiltere listelerine beşinci sıradan fişeklenmesiyle tarihlerindeki en büyük liste başarısını yaşadı. Gelsin şampanyalar.

2008 çıkışlı Beautiful Future adlı albümlerinde prodüktör olarak Peter Bjorn and John ve Lykke Li’den tanıdığımız Björn Yttling ve Ada müziği eski başbakanlarından Paul Epworth ile çalışarak deri ceketli leş indie rock, brit pop günlerine geri döndü. Bu albümle saf brit pop’a ve rock’n roll’a dönüş yaparken, tabii ki eve davet etsen gitmek bilmeyen konuk sanatçıları da unutmadılar. CSS’ten Lovefoxxx, efsanevi folk şarkıcısı Linda Thompson ve Necro Hex Blues adlı parçada gitarına kurban kontenjanından albüme dahil olan Josh Homme ve daha kimler kimler…

Konuk sanatçı demişken, misafirperverlik Primal Scream’den sorulur! 2000’li yılların başlarında Kate Moss’a bile ilk kez şarkı söyleterek, Nancy Sinatra’ya eş koşmuş bir gruptan bahsediyoruz.

Grup verdiği beş yıllık aranın ardından geçtiğimiz günlerde onuncu albümü; More Light ile duble cd, duble keyif olarak raflardaki yerini aldı. Primal Scream’in kadrosundaki sirkülasyon yıllar boyunca hep devam ederken, The Stone Roses’dan yedek, My Bloody Valentine’dan forvet almaları grubun zaten kadro genişliğini cümle aleme duyuruyor. Sound’larında her zaman üflemeli çalgılar, gospel koroları, soul vokaller gibi ayrıntıları barındıran Primal Scream’in her işinde kullandıkları uyuşturucuların etkisini kolaylıkla “Aha” diye elle gösterebiliyoruz. Albümün açılışında dinleyiciyi karşılayan dokuz küsür dakika uzunluğundaki 2013, Gillespie’ın kendilerine uğur getirmesi için 2012’nin son günlerinde yazdığı, dua niyetine kendini dinleten bir şarkı. Vokalleriyle Tim Booth’a “Saygılar kanka” diyen Gillespie, dinleyicilerini bir de bu yedi dakikalık şarkıyla sınıyor. Ağır bir girişle birlikte daha önce tarzlar arasında hiç bu kadar geçişken olmadıkları enfes albüme, bir eleme yaparak hazırlıyor dinleyicisini. Albüm genelinde psychedelic ile electronic müziği; rock’n roll gitarlarıyla harmanlarken, brit, pop’a ve rock’ı tam tadında bırakarak, efendi bir elveda diyor. Muhteşem saksafon sololarına sahip, gitarlarının XTRMNTR’ın hit parçalarından Shoot Speed/Kill Light’ı anımsattığı Hit Void, It’s Alright, It’s OK evlensek düğünümüzde göbek atmadan sorumlu olacak şarkı gibi…

Sonuç olarak bu albümü, şimdiye kadar yaptıkları tüm işlerin özeti, aşuresi olarak tanımlayabiliriz. Biraz garip bir ayrıntı olarak; bu sefer tek prodüktör olarak David Holmes ile çalışıyor olmaları biraz kafa karıştırsa da albümü yedikçe “Tek prodüktör was a good choice” diyesi geliyor kulakların. Tam da “Bir David Holmes vardı, ne oldu o David Holmes’a?” derken, Holmes’dan Osmanlı Tokadı gibi cevap oldu bu da bizlere. Primal Scream yeni albümleriyle kariyerindeki iki patlayıcı etki yaratan albümler listesine bir üçüncüsünü tam olarak ekleyemese de, XTRMNTR’dan bu yana grubun en kodaman, en iddialı işi ve son yıllarda duyduğumuz en retro rock ‘n roll albumünü kotarmışlar diyebiliriz. Çak bir beşlik Pirimal.