GHOST STORIES

GHOST STORIES


Coldplay


Coldplay’den yeni bir Parachutes beklemiyoruz, bekleyenleri de kınıyoruz. Şu “Çok sevilen grup, çok sevilen albümünün aynısından bir tane daha yapsıncılık” akımına da bir anlam veremiyoruz. Bir müzik grubunun sürekli aynı yemeği yapmak zorunda bırakılan bir ahçı gibi olmak isteyeceğini hiç sanmıyoruz. İşte tam bu noktada evrim devreye giriyor. Kendini geliştirmek, keşfetmek isteyen müzsiyenler doğal bir refleks sonucu başka müzikal akımlara ilgi duyuyorlar ve bunu müziklerine yansıtmak istiyorlar. Bazen de “tamamen duygusal” nedenlerle bir takım değişikliklere gidilebiliyor tabii ki.

Coldplay, hem müzisyen ruhunun verdiği yetkiye dayanarak değişen hem de yeri geldiğinde “tamamen duygusal” nedenlerden ötürü şekil değiştiren bir grup. Parachutes’le başlayan süreçte naif İngiliz pop rock grubu görevini layığıyla yerine getirdiler, ardından da hem allahtan hem de Gwyneth Paltrow’dan “Yürü ya kulum” mesajını aldılar. A Rush Of Blood To The Head’le her yerdeydiler artık. Çok kısa süre içinde stadyumları tek başına doldurabilecek kıvama gelmeyi başardılar.

Grubun kendi içinde yaşadığı evrimi, onu X&Y’daki REM ekolüne kadar getirdi. Son nokta ise; Brian Eno gibi bir insanüstü varlığı prodüktör koltuğuna oturttukları Viva La Vida Or Death And All His Friends’ti bizce. Çakmak çaktırmalı, sevgiliye yollamalık şarkılar üretmekten çok daha ulvi amaçlar güdüyorlardı artık. En klişe tabiriyle “Bir dertleri vardı”. Bunu kendi deneyselliklerinin zirve noktası olan, şimdiye kadarki en dolu sound’a sahip bu albümlerinde ellerinden geldiğince kanıtlamaya çalıştılar. Hatta o dönem İngiliz havuç Chris Martin “Birkaç milyon daha az albüm satmamız pek de umrumuzda değil.” şeklinde bir demeç vererek, grubun ticari başarıyı ikinci plana ittiğini düşündürdü. Çok mükemmel olmasa da yeni Coldplay’e giden yolda temeli oldukça sağlam bir başlangıç noktasıydı Viva La Vida Or Death And All His Friends. 2011 çıkışlı Mylo Xyloto, bir önceki albümün inşa ettiği temeli yıkmayı başardı. Birkaç milyon albüm az satmayı göze alan Coldplay, ticari kaygıyla kaplı bir albümle karşımızdaydı. Yarım porsiyon alışılmış Coldplay’in yanında saçma sapan ve ucuz prodüksiyonlarla karşı karşıyaydık. Hedeflediği ticari başarıya kolayca ulaşmıştı ulaşmasına da, birçok insan için artık heyecan verici değildi Coldplay.

Mylo Xyloto’dan 3 yıl sonra gelen yeni albüm Ghost Stories, ilk başlarda çekirdek Coldplay dinleyicileri için çok fazla umut vaat etmese de Paul Epworth, Jon Hopkins ve Timbaland gibi prodüktör kadrosuyla “Acaba?” dedirtmeyi başardı. Gwyneth Paltrow’un Chris Martin’e üç kere boş ol dediği “Bilinçli boşanma”, Chris Martin’in evladiyelik ayrılık şarkılarıyla karşımıza çıkabileceği ihtimalini arttırdı. Peki kazın ayağı gerçekten öyle miydi?

Bugüne kadar hep ağdalı prodüksiyonlarına alışkın olduğumuz Coldplay, Ghost Stories’le kariyerinin en minimal albümünü yaptı. Parachutes’un akustik halinden bir bakıma hallice, bir bakıma da oldukça farklı bir akustik sound düşünün. Üstüne de oldukça minimal bir electro pop sound’u ekleyin. Chris Martin – Gwyneth Paltrow ayrılığının ayak seslerini de şarkı sözlerine yedirin. İşte öyle bir albüm Ghost Stories. Sadelikle yavanlık arasında mekik dokurken, samimiyet ve kişisellik arasında demir atıyor.

Synth’leriyle saçlarınızı okşayan, dalgasız deniz misali açılış şarkısı Always In My Head, adeta stres törpüsü gibi sakin bir başlangıç yapıyor. Coldplay’e karşı ufacık bir ilgisi olanların bile çoktan dinlediğine emin olduğumuz Magic, radyo dostu yapısıyla “Ben hit şarkıyım, hatta ve hatta ilk single’ım” diye bağırıyor. Sabit bir davul ritmi ve Guy Berryman basları eşliğinde Muse – Madness’ın uslu bir çocukkenki halini görme fırsatı yakalıyoruz. Mylo Xyloto’da pek göremediğimiz Coldplay’e özgü naifliği, True Love’ın electro pop sound’unda saklı bir halde buluyoruz. Potansiyel single kontenjanında yer alan şarkı, son çeyreğindeki tipik Jonny Buckland gitarları ile zirve noktasına ulaşıyor.

Coldplay şarkısı kalıplarından oldukça uzakta olan Midnight, daha çok “Synth’lerini sırtında taşıyan Sigur Ros, Londra’dan bildiriyor.” tadı veriyor. Viva La Vida Or Death And All His Friends’teki deneysellik kaldığı yerden devam ediyor. Albüme biraz nefes aldırmak isteyen Coldplay, bir başka hit potansiyeli taşıyan Ghost Stories şarkısı Another’s Arms’ı hizmete sokuyor. “İlahi okuyan kadın” sample’ları geri vokallerde duyulurken, minimal sound denemesi albümün kimi yerinde dinleyiciyi sınayan yavanlığı yenmeyi başarıyor.

Coldplay akustikhanesine geri dönmenin zamanı gelmedi mi peki? Bir Coldplay şarkısından çok, olası bir solo Chris Martin albümüne aitmiş gibi duran Oceans başlasın o zaman. Kafamızı iyice bir dinleyelim, çünkü albümün ve de Coldplay diskografisinin en zayıf şarkılarından biriyle karşı karşıya kalacağız. Bir önceki albümdeki Rihanna düetini anlamsız bulanlar toplansın hele. Tam size göre bir şeyimiz var. O prodüksiyonlarıyla, şarkılarıyla kafa bulduğumuz Avicii, A Sky Full Of Stars’ta albümün orta yerine bağdaş kuruyor. Prodüksyonunu yaptığı şarkı, kendine ait herhangi bir parçasına Chris Martin vokalleri eklenmiş gibi. Büyük stadyum konserlerinde seyirciyi moda sokmak için çok yeterli, kaliteli müziğe yatkın kulaklar için ise çok yetersiz bir şarkı A Sky Full Of Stars. Maalesef feci gümlüyor bu sefer Coldplay.

Albümün başladığı dalgasız denizlere geri dönme vaktimiz geldi. Piyanoyla ilerleyen O, ikinci bir “Solo Chris Martin şarkısı” ruh haliyle albümün kapanışını yapıyor. Diğer üç Coldplay üyesi, sahnedeyken bu şarkı esnasında bol bol su molası verme fırsatı bulacaktır diye düşünüyoruz.

“Şimdiye kadarki en durgun, minimal ve kişisel Coldplay albümü hangisi?” derlerse artık cevabımız hazır. Mylo Xyloto’daki piyasaya oynama derdini taşıyan tek şarkı olan A Sky Full Of Stars haricinde eli yüzü düzgün bir albüm bizleri bekliyor. Heyecan verici mi? Değil. Ama Coldplay’in müzikal anlamda kendini toparlamasına vesile olabilir pekala. Sonuçta bir yerden başlamak lazım değil mi?