ULTRAVIOLENCE

ULTRAVIOLENCE


Lana Del Rey


Dünyaya Elizabeth Woolridge Grant olarak gelen, yıllar içinde Sparkle Jump Rope Queen, Lizzy Grant, Phenomena sahne isimlerini deneyen, defalarca ismini ve cismini değiştiren, sonunda 60’larda sıkışıp kalmış vintage romantik stili, dolgun dudakları ve ziyadesiyle melodramatik halleriyle Lana Del Rey olarak doğan şarkıcı, reenkarnasyonun en somut örneği.

2010’daki albümü fasülye ilan edilen ve asıl çıkışı 2012’de ölüme göz kırpan, psikanalizinin çıktısını andıran, janralar arası geçişlerle dolu olan Born to Die ilan edilen Lana Del Rey, Hollywood Barbie bebeği olduktan sonraki ikinci stüdyo albümü ‘Ultraviolence’ı 2014 yazına soundtrack yapın, gün batımları romantizminize katık edin, sevgilinizden ayrılırsanız bunalımınızın psikoloğu ilan edin diye Haziran ayında yayınladı.

Açık oturuma konu edilesi, mütemediyen duygusal ve fiziksel şiddetten bahseden, karanlık, depresif, ağıtı andıran şarkı sözleri ne denli biyografik bilemiyoruz; ancak Lana Del Rey’in şarkılarında çizdiği kadın portresi dünyadaki feminist kadın nüfusunu ziyadesiyle rahatsız ediyor.

Kara film ve şiir ile ruhunu beslediğini söyleyen LDR, müzikal anlamda ilhama sıkıştıkça Elvis Presley, Antony and The Johnsons, Frank Sinatra, Amy Winehouse, Eminem, Bob Dylan, Jeff Buckley ve Leonard Cohen gibi müzisyenlerden yardım aldığını söylüyor. Kendi tarzını Nancy Sinatra’nın gangster halleri ile yolunu kaybetmiş bir Lolita’nın karışımı olarak tanımlayan Lana Del Rey’in, son albümündeki ‘Sad Girl’ şarkısında Nancy Sinatra, ‘Pretty When You Cry’da Cat Power, ‘West Coast’ta ise Chris Isaak esintileri hissetmek mümkün.

Lana Del Rey, kadife sesininin ayarlarını buğulu, romantik, karanlık, depresif ve daha bir çok haleti ruhiyeye ayarladığı albüm sayesinde bir sonraki Bond filminin soundtrack’ini garantilemiş gibi görünüyor. The Black Keys frontman’i Dan Auerbach’ın yapımcılığını üstlendiği Ultraviolence ile LDR, Born to Die albümündeki gereksiz pop ve R&B sound’larından kurtulup, rock temelleri ve gitar sololarıyla süslenen daha rafine bir albüme imza attı.

Albüme ismini veren şarkı Ultraviolence’ta ‘’He hit me and it felt like a kiss’’ diyerek 1962 yılındaki Crystals şarkısına selam çakan Lana Del Rey, romantik piyano soloları ile romantikleşen seks, agresiflik ve kötü erkek arkadaş seçimi temalı şarkılarına bir yenisini daha ekliyor.

Stevie Nicks’in 1982 tarihli hit’i ‘Edge of Seventeen’den kırıntıların serpiştirildiği, Auerbach’ın tadında rock ile yoğurduğu ve Batı Kıyısı’na yazılmış bir aşk mektubu olan ‘West Coast’, deri ceket kahramanımız Robert Mapplethorpe hala hayatta olsaydı seveceği türden bir şarkı.

‘Money, Power, Glory’, Hollywood’daki besin zincirini özetlerken, Lana Del Rey’in gerçek hissiyatlarını mı yansıtıyor bilemiyoruz; ancak 2:59’da giren gitar solosuyla şarkının sözlerini dinlemeyi bırakıyor ve gitarla nasıl sarhoş olunur öğreniyoruz.

Albümün belki de en hasarsız psikolojiye sahip ve hayli romantik intro’lu şarkısı ‘Brooklyn Baby’ ile LDR, jenerasyonlar boyunca groupie’lere marş olacak bir parça yarattı. Lana Del Rey’in ‘’He plays guitar while I sing Lou Reed’’ dediği şarkı tam bir yazlık retro aşk melodisi.

Lana Del Rey’in nirvanaya ulaşması olarak tanımlanabilecek Ultraviolence’ta kendini yeniden keşfeden, psikoloğuyla konuşurmuşçasına şarkı sözleri ile içini döken şarkıcı, feministlere de tartışmaları için bir sürü malzeme veriyor. Tekrar özelliğini tüketene kadar bıkmadan dinleyeceğimiz albüm için Lana Del Rey’e teşekkürü borç biliriz.