ROYAL BLOOD

ROYAL BLOOD


Royal Blood


Rock müzik dedikleri gibi gerçekten ölüyor mu? Bunu diyenin alnına koca bir şaplak patlattıktan sonra kendisine ufkunu biraz daha açması gerektiğini söyleyebilirsiniz. Duruşu, geçmişi ve gitarına kuvvet onlarca alt koluyla dünya üzerinde en son ölecek, gerektiği takdirde de hepimizi gömebilecek bir arkadaştır kendisi. Hayır; rock müzik ölmedi, ölmeyecek, sadece inzivaya çekildiği dönemler olacak. Tıpkı şu aralar olduğu gibi. Ana akım müzik piyasasında eskisi kadar tercih sebebi olmadığı bir gerçek. Müzik piyasası, daha kolay tüketilebilir müzikler sayesinde müşterisinin cebine giden yolu daha da kestirme hale getirmek istiyor. Bu sırada da rock müzik biraz daha yeraltına çekiliyor. Büyük kitlelere ulaşamayan, ulaşmak da istemeyen gruplar hala çatır çatır albümler yapıyorlar.

Yeni yetme diyebileceğimiz İngiliz ikili Royal Blood da kariyerine böyle başladı. Kendilerini çoğu gruptan ayıran en önemli şey iki kişi olmaları. Mazisi sadece bir yıl öncesine dayanıyor. Bünyesinde Mike Kerr ve Ben Thatcher’ı barındıran Royal Blood, bas gitar ve davulun şiddet dolu aşkının meyvesi. Bu bakımdan kendilerini Death From Above 1979’la benzeştirmekte sakınca görmüyoruz. Hatta muhtemel bir ikili turnelerinin de çok güzel sonuç vereceğine inanıyoruz.

Royal Blood’ın elektro gitarın eksikliğini neredeyse hissetmeyeceğiniz birr sound’u var. Bunda prodüktörleri Tom Dalgety kadar Kerr’in de payı var.

Aslına bakarsanız Kerr’in sırrı tam olarak şu pedal tahtası:

Miker Kerr, sağ alttaki yeşil pedal ile bas gitarından çıkan sinyali üçe bölüyor. İlk kanal bas amfisine, iki ve üçüncü kanallar da elektro gitar amfisine gidiyor. Böylelikle gitar sound’unun eksikliğinin hissedilmediği, hatta haberiniz olmasa “Royal Blood’da elektro gitarist var” diyeceğiniz bir sound çıkıyor ortaya. Grubun en büyük amacı, röportajlarda söyledikleri üzere “İki kişiden fazlasıymış gibi duyulmak”. Bunu da çok iyi çok da süper bir şekilde başarıyorlar. Cayır cayır gitarlar, rock’n’roll’un şanına yakışacak kimi zaman grunge kimi zaman da blues’vari vokaller, Thatcher’ın adam döver gibi abandığı davulu Royal Blood formülünün en önemli yapı taşları.

Grubun zıpkın gibi ilerleyişinin hikayesine gelelim. Out Of The Black single’ıyla piyasaya çıktıklarında çektikleri dikkat, Arctic Monkeys davulcusu Matt Helders’ın Glastonbury performansı sırasında Royal Blood t-shirt’ü giymesiyle zirve yapıyor. Aralarında Jimmy Page’in de bulunduğu rock’ın ağır abileri dost meclislerinde grubu övmeye ve konserlerine gitmeye başlıyor. Böylelikle ilk Royal Blood albümüne giden basamaklar hızla çıkılıyor.

Toplam 10 şarkıdan oluşan 32:38 süreye sahip Royal Blood albümünün en büyük silahı direkt sonuca gitme isteği. “Müziyenliğimizi kanıtlayacağız, şöyle solo atıyoruz, üff bir davul yazıyoruz ki aklınız durur” gibi bir anlayışları yok. Rock’ı en temel haliyle ele alıyorlar. Günümüzdeki birçok rock grubunun da en büyük eksiği bu zaten. Komplike işler yapmayı denerken ellerine yüzlerine bulaştırıyorlar.

Peki Royal Blood’ın kanında ne var? Çok sade ama gümbür gümbür ve tokat gibi çarpan sound’larının eşsiz olduğunu söyleyemeyiz. Grubun albümdeki sound’unun oluşmasında en büyük etken Mike Kerr’in Queens Of The Stone Age’e, daha doğrusu Josh Homme’ye duyduğu hayranlık. Müzik zevki henüz ergenken izlediği bir QOTSA konseri onun müziğe bakış açısını değiştiriyor. Josh Homme abisinin sahnede duruşunu çerçeveletip duvara asıyor. Nitekim; ilk Royal Blood albümünde QOTSA sound’undan incileri rahatlıkla görebiliyoruz. Ama aynı anda Nirvana, Led Zeppelin, Black Sabbath, Muse ve Arctic Monkeys’in son halini de anımsatan riff’ler fazlasıyla mevcut. İkili, bu etkileşimleri aynı tabakta servis etmekte çok başarılı. Bu başarıları da onların kimileri tarafından “Rock’ın geleceği” etiketi yemesini sağlıyor. Yaşları henüz çok genç, daha ilk albümlerini yayınladılar, gelişime çok açıklar. Açıkçası rock’ın geleceği Royal Blood mıdır emin değiliz. ama potansiyelin doğru işlenmesi halinde önümüzdeki 20 yıl boyunca bizlere çok güzel ürünler sunabilirler.

Henüz albüm çıkmadan oluşan hype, albümün çıkmasının ardından da karşılığını buldu. CD satışının beyaz bayrak salladığı günümüzde sadece İngiltere’de 66 binlik bir ilk hafta satış rakamına ulaşarak listelerde birinciliğe yükseldiler. Bu rakam aynı zamanda yeni bir grubun ilk albümünün İngiltere listelerinde son üç yıldır ulaştığı en yüksek satış miktarına denk geliyor. Mercury Prize’a aday olmaları ve İngiltere turnesi biletlerinin satışa çıktıktan dakikalar sonra tükenmesi de bu başarının güzel bir pilav üstü kurudan sonraki ekmek kadayıfı oldu diyebiliriz.

Haydi albüme gelelim. İkiliyi daha evvelden masaüstüne farklı kaydedenlerin çoktan ezberine aldığı Out of the Black, Royal Blood’ın ilk albüm AVM’sinin açılışını yumruk gibi davullarıyla yapıyor. Şarkı, Mike Kerr’in gitar riff’leri ve vokalinin uyumu ile günümüzde pek rastlamadığımız rock hitleri ailesine dahil oluyor. Neyse ki bu Royal Blood fırtınasının henüz başlangıcı. Cephanelerinde bunun gibi çok hit şarkıları var.

Festival alanlarında sınırsız mosh pit imkanı sunan bir diğer bilindik şarkı Come On Over, benzin istasyonunda arabanıza kurşunsuz yerine adrenalin doldurmak gibi bir şey. Kasırga gibi riff’leri ile kendi felaket filminizi çekebilirsiniz. Gruba üçüncü olarak Jack White’ın girdiğini düşündüren son single’ları Figure It Out da bir başka catchy ötesi Royal Blood denemesi olarak kayılara geçiyor. Albümün filler, yani sallamasyon şarkılarla pek işi olmamasıyla ne kadar gurur duysalar azdır.

Hafiften bir Kings of Leon, belirgin bir QOTSA, AM dönemi Arctic Monkeys kokusu alabileceğiniz You Can Be So Cruel ve temposu albümdeki silah arkadaşlarına göre düşük olmasına rağmen Jack White gırtlağı katkısıyla ön plana çıkan Blood Hands’in ardından Royal Blood’ın radyoları ve festivalleri cayır cayır yakmasına neden olan Little Monster devreye giriyor. Bu şarkıdan sonra Royal Blood’ın hit şarkılarına bağımlı oluyoruz ve bir sonraki şarkının heyecanını daha fazla duymaya başlıyoruz.

Siyah deri ceketinizi üstünüze giydiren ve dümeni Harley Davidson bayiisine kırdıran Loose Change, oldschool rock’n’roll’un albümdeki en başarılı temsilcisi. Kurşun manyağı yapar gibi riff manyağı yapan Careless ve Ten Tonne Skeleton gibi şarkılar da albümün temposuna sırtını dönmüyor. Kapanış şarkısına ulaştığınızda aklınıza gelen ilk şey uzunca bir süre Royal Blood’ı su gibi içmek oluyor ve albümü başa sarma seanslarından ilkine başlıyorsunuz. Ama EP’lerinde yer alan ve konserlerinin başlangıcını yapan Hole’un neden albüme alınmadığına dair deli sorular da dönmüyor değil kafanızda. “Bu da nazar boncuğu olsun” deriz biz de ne yapalım…

Evet; rock’n’roll namına gerçekten de önemli bir başlangıç yapıyor Royal Blood. Kazanacakları tecrübe ve vizyonla ileride ulaşmaları muhtemel noktalar fazlasıyla heyecanlandırıyor. Hayal kırıklıklarıyla sonuçlanan hype’ların nadir olarak beklentiye cevap verdiği anlardan birini yaşatıyor Royal Blood. Yılın ve aynı zamanda son yılların da en iyi çıkış albümlerinden birinin keyfini çıkarın. Biz enerjikliği Royal Blood’la tekrar sevdik!