THE KING OF WHYS

THE KING OF WHYS


Hafif sound, ince mizah...


Şikagolu müzisyen Mike Kinsella’nın solo projesi olan Owen adıyla yayınladığı The King of Whys, sanatçının 8. albümü. Adı her ne kadar “Nedenlerin Kralı” olarak çevrilebilecek olsa da nedenleri doğrudan yöneltmeyen, tükettikten sonra geride kalanlara bakan, “Neler olduğunu artık biliyorum ama önemli değil” diyen, zaman zaman yaralarını hatırlasa da hayata başka bir yönden bakmayı öğrenmiş birini dinliyoruz.

Owen, genelde işin içine fazla söz karıştırmadan tekrar eden melodileriyle dinleyeni yatıştırmayı tercih etmiş olsa da kullandığı sözlerin neredeyse tamamına kelime oyunları ve farkındalıktan güç alan bir mizah katmış. Kahkahalarla güldüren değil, en fazla zamanında yaşananlara bugün buradan bakarken ufakça tebessüm ettiren bir mizahtan söz ediyoruz. “Lovers Come And Go”daki “Difference between being casual or a casualty” gibi kelime oyunları, “The Desperate”taki “I know how you long for this song to end” (“Bu şarkının bitmesini ne kadar istediğini biliyorum”) gibi bir farkındalık ve “An Island”daki “Now we’re upside down, love / Gravity had a chance of heart” (“Tepetaklak olduk sevgilim / Yerçekimi fikir değiştirdi”) gibi bir mizah… Ne zaman ve ne koşullar altında dinlediğine göre hiç komik olmayabilir de…

Albüm “Empty Bottle” ile Editors benzeri bir hareketli dinginlik ile açıldıktan sonra esas havasının ilk sinyallerini “The Desperate” ile verdikten sonra “Settled Down”da bir daha hiç ulaşmayacağı hafif bir sertlik sunup “Lovers Come And Go”da geri dönüyor olsa da her daim içinde aynı akustik ruhu barındırıyor. Iron & Wine şarkılarını hatırlatan girişiyle babasıyla olan ilişkisini ve benzerliğini anlattığı şarkısı “A Burning Soul” ise albümün zirveye ulaştığı nokta.

Albümü “Kinsella’nın geçmişiyle hesaplaşması” olarak tanımlamak doğru olmaz. Bir hesaplaşma olduysa da bu dinlediğimiz, onun ardından yaşanan sakince değerlendirme aşamasının tınıları. Geride bırakılanlar kimi zaman acı da verse yapacak bir şeyin olmadığının farkında, oyun oynamanın lüzumsuzluğunu görmüş ve ifşa etmekten çekinmiyor. Şu sözleri belki de geçmişteki haline bakarken mırıldanıyor: “You’re lost but at least you have nowhere to be and noone to leave you.” (“Kayboldun ama en azından gitmen gereken bir yerin ve seni terk edecek kimsen yok.”)