Duvara Çarpmak
David Bowie, 1970’lerin ilk yarısında dünya üzerindeki en popüler birkaç isimden biriydi. Yarattığı karakterler ve her sene klasik olarak tanımlayabileceğimiz albümler çıkarmasıyla kariyerinin altın çağını yaşıyordu. Ancak başarı ve ilgi geldikçe Bowie, kendini köşeye sıkışmış hissetmeye başlamıştı. Bu noktada sürekli yeni bir karakter yaratıp ona bürünerek kendini korumaya çalışan sanatçı, “Station to Station” albümüyle birlikte sanatsal anlamda olmasa da kişisel hayatında dibe çakılmıştı. Hatta duvara çarpması an meselesiydi. Yoğun uyuşturucu ve alkol kullanımına eklenen özel hayatının irdelenmesi David Bowie’nin öfkesini de tetiklemeye başlamıştı. Los Angeles’ta olmak ona yarar sağlamamış, kendisini tüketmesine neden olmuştu. Yine de müziğe olan derin ve koşulsuz tutkusu onun dünyayla bağını korumasını sağlamaktaydı. 1973, 1974 gibi bütün dikkatini Krautrock’a ve bu türün öncü isimlerinden NEU!, Kraftwerk, Can gibi isimlere yönelten Bowie, üretimini de buralara taşımak niyetindeydi. Lakin ABD’deki pop müzik baskısı ve bağlı olduğu anlaşmalar onun elini kolunu bağlamıştı. İşte bu dönemlerde yarattığı ‘The Thin White Duke’, David Bowie’nin kariyerindeki en karanlık ve korkutucu karakterdi. “Station to Station”, The Thin White Duke’un kontrolde bulunduğu bir albüm olurken deneysel tınılar ufak ufak öne çıkmıştı. Albümün 10 dakikalık açılış şarkısındaki -albüme de ismini veren şarkı- melotron ve gitar kullanımı, önceki Bowie albümlerinin hiçbirinde yoktu.
Bir şekilde Los Angeles’ta sürdürdüğün hayatından kaçıp kendini ve müziğini tekrar bulması gerektiğinin bilincindeydi. Aksi halde geri dönülemez şekilde duvara çarpacaktı. Bu dönemde yaptığı Nazi’lerle empati kurduğu açıklamaları maalesef ki hala akıllarda. Sonrasındaki süreçte yoğun uyuşturucu kullanımından bu dediklerinin hiçbirini hatırlamadığını söylense de olan olmuştu ve tebdili mekanda ferahlık vardı. O yüzden yakın dostu Iggy Pop’u da yanına alarak 1970’lerin en zor şehirlerinden birine, bölünmüş Almanya’nın batı tarafındaki kültür merkezine, Berlin’e taşındı.
Berlin: Nefes Alma Alanı
Berlin’de geçen zamandan bahsederken Iggy Pop’a değinmemek imkansız. Bunun ötesinde Berlin mahsulü olan ilk iş Iggy Pop’un solo kariyerinin ilk albümü “The Idiot”tan başkası değil. Oldukça yoğun bir post-punk havası olan albüm, The Stooges ile uçup kaçan ve vahşi enerjinin müzik dünyasındaki fiziksel karşılığı Iggy Pop’un şarkı yazarlığının farklı noktalarını ortaya çıkardı. David Bowie’nin prodüktörlüğünü üstlendiği albüm, 1976’da başlayıp 1979’da sona erecek yaratıcı süreci en iyi özetleyen işlerden biriydi. Aradan yıllar geçtikten sonra David Bowie, Iggy Pop ile yaptığı Berlin yolculuğunu ve “The Idiot”un kayıt aşamasını kendine has mizahıyla şöyle anlatmıştı:
Kendi Sınırlarını Keşfetmek
Brian Eno ile çalışmak David Bowie için yakın bir arkadaşıyla oyuncaklarını paylaşmak gibiydi. Elindeki oyuncakları bilen, onların her bir noktasını ezberlemiş ve sıkılmış birinin, keşfetmenin açlığıyla tanışmasıydı. “Heroes”, albümle aynı adı taşıyan şarkıyı kenara ayıracak olursak neredeyse avangard sularda dolanan ve Bowie’nin dinleyicisi için değil, kendisi için yaptığı bir albümdü. Lakin albüm oldukça beğenildi. Özellikle Avrupa’da milyonlarca insanın marşına dönüştü. Bunu sağlayan en temel nokta bu albümün bir Bowie albümü değil, bir Berlin hikayesi olmasıydı. Albümün tamamı Berlin’in kokusunun sindiği, ilçelerinin adının geçtiği, krautrock’a selamı bol keseden göndermişti. Eno’nun desteği, stüdyonun konumu ve Soğuk Savaş’ın oldukça soğuk olduğu zamanlarda geçmesiyle Bowie bir nevi kendi kendini iyileştirmişti. Sırada bu üçlemeyi ve Berlin günlerini bitirmek için son bir adım atmak vardı. Kapağında Londra’daki adresinin yazdığı “Lodger“, yani Türkçe çevirisiyle kiracı, çok doğru bir adımdı.
Ancak albüm ne önceki ne de sonraki hiçbir Bowie albümüne benzemiyordu. Pek beğenilmeyen ve satış rakamlarına da yansıyan Lodger, yine de Bowie kokan bir işti. Slav ülkelerinin müzikleriyle Afrika ritimlerini bir araya getirirken, bununla yetinmeyerek üzerine deneysel krautrock dokunuşları katmıştı. Belki istediği reaksiyonları alamasa da istediğini yapmış olmanın verdiği huzurla bir nevi Berlin’deki misyonunu tamamlamıştı. Ayrıca bu albümde hepimizin bildiği Türkçe isimli ‘Yassasin‘ de bulunuyordu. Hikayesini muhtemelen biliyorsunuzdur ancak Berlin’e taşındığı ilk zamanlarda Kreuzberg’de yaşayan David Bowie, duvarda gördüğü ‘yaşasın’ kelimesinden etkilenip oradaki bir Türk’e, “bu ne demek?” diye soruyor ve anlamını öğrenince not defterine yazıyordu…
Değişmek ve Gelişmek
Yaşamak ve yaşamak zorunda kalmak arasında maalesef ki büyük bir fark var. Bazen de yaşamak istediğimiz şeye ulaşınca ondan vazgeçememenin verdiği yükle yaşamak zorunda kalabiliyor insan. David Bowie’nin başarısı, zekası, bitmek bilmeyen araştırma tutkusu ve yeni müziğe olan açlığı, kariyerinin son gününe kadar onu özel biri yaptı. Berlin’e vedasının üstünden 46, dünyaya düşmesinin ardından 78 ve yolculuğunu tamamlamasının üzerindense tam 9 sene geçti. Berlin Üçlemesi de onun kariyerinin değişmesini ve farklı noktalardan gelişmesini sağladı. Berlin’de geçirdiği dönemde menajerliğini yapan Steve Weltman’ın Bowie’nin yeni dönemini anlatmak için seçtiği şu cümleden daha iyi bir veda olamaz sanki.
“There’s old wave, there’s new wave and there’s David Bowie.”
Yazı: Ant Arın Şermet