20 yılı aşkın kariyerlerinde hiç dağılmamış, hiç eleman değiştirmemiş ve nezaket sınırlarını da hiçbir zaman aşmamış bir grup The Wombats. 2007’de yayınladıkları nefis ilk albümleri “A Guide to Love, Loss & Desperation” ile o dönem herkesin dikkatini çekmeyi başardılar. Sonrasında da her zaman belli bir seviyenin üstünde albümler ürettiler. 14 Şubat’ta çıkardıkları yeni albümleri “Oh! The Ocean”, grubun uzun zaman sonra yaptığı her şeyiyle en taze işlerden biri olmasının yanı sıra günümüzdeki birçok konuya da değinen bir iş oldu. The Wombats’in davulcusu Dan Haggis ile “Oh! The Ocean” vesilesiyle bir araya gelip modern zamanda insan olabilmeyi konuştuk. Keyifli okumalar!
Hazırlayan: Ant Arın Şermet
- Geçtiğimiz ay 3 senelik bir aradan sonra yeni bir albümle çıkageldiniz. “Oh! The Ocean”ı önceki albümlerinize göre biraz daha neşeli, hatta enerjik şeklinde tanımlasak katılır mısınız? Üretim aşamasını anlatırsanız çok mutlu oluruz ayrıca.
Bu albümdeki enerji ve hissi ilk albümümüze benzetiyorum. İlk albümümüzdeki her şey çok canlıydı. Metronom ve her detayı kusursuzca duyuracak mikrofonlar yoktu. Konserlerimizdeki hissi yansıtmak için stüdyoya hep beraber girmiş ve konser verir gibi çalmıştık. Bu da ilk albümümüzdeki o enerjinin ve canlı hissin altındaki yatan sebepti. Dalgalı denizde yüzmek gibi bir albümdü, tempo sürekli artıp azalıyordu. “Oh! The Ocean”da da benzer bir hissin dinleyiciye geçeceğini tahmin ediyorduk. Prodüktörümüz John Congleton, ilk andan beri albüme her şeyini verdi. Onun da katılmasıyla dördümüz bir araya geldiğimizde özel bir hava yakaladık. Önemsediği en temel nokta performansımız ve şarkıların evrildiği yerdi. Hatalarımızı kabul etmemizi sağladı. Hiçbir şeyin üzerine fazla düşünmemizi istemedi. Sadece çalmamızı ve stüdyodaki havayı hissetmemizi, hissettiğimiz havayı da albüme entegre etmemizi istedi. Yani şu da var, hatayı yapıp salmadık. Elbette her şeyi kusursuz hale getirmekti amacımız ama takıldığımız yerde patinaj yapmamızı engelledi onun bu yaklaşımı. Örnek vereyim, bir şarkımızın ikinci nakaratından önce bir yerde uyumsuzluk hissettiğimizde şarkıyı bölmüyordu. Bitirmemizi bekliyor ve ondan sonra sadece o hatalı kısmı değil, tüm şarkıyı baştan kaydettiriyordu. Bunun sebebini sonradan anladık. Hatamıza değil, şarkının kendisine odaklanmamızdı amacı.
Senin de dile getirdiğin o enerji ve neşe hissinin sebebi, albümün akışkanlığından geliyor. Önceki albümlerimize göre bu konuda daha mahirdik diyebilirim kesinlikle. “Fix Yourself, Not The World”ü pandemide kaydetmiştik. Aynı odada bile değildik. Yine de o albümle gurur duyuyorum çünkü öylesi bir zamanda bile müzik yapmaktan pes etmedik. Ancak müzik yapmak yapbozdaki parçaları doğru yere yerleştirmekle ilgili. Bunun için de o stüdyoya girmek ve bir arada düşünmemiz gerekiyor. Pandemide yaptığımız albümde duvara boya fırlatıyor gibiydik.
- Özellikle içe dönük insanlarda olsa da günümüzün en temel sorunlarından biri sosyal anksiyete ve insanın kendisiyle yaşadığı gerginlikler. Hatta belki de çatışmalar. Albümünüzde bu durumlara da değindiniz. Müziğinizde anlattıklarınızın haricinde buraları biraz daha açalım mı?
Bahsettiğimiz temaların tamamı günümüz dünyasında yaşadığımız sorunlar. Yazdığımız şarkı sözlerinin neredeyse %90’ı hepimizin terapi geçmişlerinden edindiği deneyimler ve farkındalıkların bir yansıması. Hep düşündüğümüz gibi düşünmemeyi öğrenmekle ilgili aslında bu albüm. Bu da müziğin dönüştürücülüğüyle ilgili en güçlü olgu bize göre. Bir sanatçı olarak, şarkılarınızın dinleyicilerinize ulaşması ve onların da paylaştığı benzer ruh hallerini iyileştirmeye başlamasını görmekten daha fazlasına muktedir değiliz. Çünkü anlattığımız şeyler fazlasıyla evrensel ve dünyanın neresinden olursak olalım benzer şeyler hissediyoruz. Belki de tarihte ilk kez bu kadar fazla insan benzer durumda. Çok fazla zihinsel zorluk çekiyoruz ve bunun neticesinde sağlığını kaybedecek hale geliyor. Yaptığımız her şeyi, bize yapılan her şeyi en ufak detayına kadar didikliyoruz ve maalesef ki terapi bile alsak yüzde yüzüyle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bu tür durumlarda benim yaptığım şey müzik dinleyip kendimi ona bırakmak ve bir akorun, bir melodinin, bir kelimenin peşine takılarak kendi içime dönmek oluyor. Umuyorum ki bu albüm de benzeri güce sahip olabilir.
- Sizi, müziğinizi ve görsel dünyanınız tanımlarken aklıma gelen ilk kelime çoğu zaman sarkastik oluyor. Şarkı isimleriniz, albüm kapaklarınız, şarkı sözleriniz hatta bazen şarkılarınızın içine yedirdiğiniz melodik pasajlarınız bu noktadaki düşüncemi güçlendiriyor. The Wombats için mizahın, sarkastikliğin ya da genel olarak hayata herkesin baktığı yerden bakmamanın bir karşılığı var mı? Yoksa ben kendi kendime böyle düşünüyorum?
İngiltere’nin kuzey tarafında, Londra’da büyüyünce oldukça karanlık bir mizah anlayışına sahip oluyorsunuz. Sarkastiklik de bunun bir yan getirisi. Hayata bakınca hiçbir şey yapmak istemesen de kendini bir şekilde o durumun komik tarafını bulup ondan mizah çıkarırken buluyorsunuz. Misal bir örnek vereyim: “Bugün hava ne kadar güzel değil mi? Üzerimize yağmur fırlatmaktan kendini alıkoyamıyor…” Bunun gibi çok ufak ve günlük hayatındaki şeyleri sürekli duyarak, okuyarak, hatta yaşayarak büyüyünce sarkastik bir insan olmaktan başka çareniz kalmıyor. Bizler müzisyenliğimizin haricinde birer insan, müziksever olarak da farklı sosları hayata katan kimseleri, grupları sevdik. Ama hepsinin ötesinde en önem verdiğimiz şey hayatın her alanında aydınlıkla karanlık arasındaki dengeyi korumak. Ne tamamen aydınlıktan kör olmak ne de karanlıkla kendimizi yok etmek istiyoruz. Denge her şeydir.
- 2007’de, 2000’lerin indie dünyasının en ikonik albümlerinden birini yapıp kemik bir hayran kitlesi edindiniz. Birçok dönemdaşınız gibi o albüm gibi birçok albüm yapmaktansa farklı şeyler deneyerek 2025’e kadar geldiniz. Geçmiş başarınızı da düşünerek müzik üretirkenki motivasyonunuzu ve sizi harekete geçiren şeyi sormak isterim.
Üretmeye devam etmek, The Wombats ağacını sallamak ve yeni neyin olduğunu keşfetmekle ilgili. Olduğun yerde durmaktansa bir sonraki virajda seni neyin beklediğini keşfetmek bizi daha çok heyecanlandırıyor. Çoğu müzisyen için de durumun böyle olduğunu biliyorum. Heyecanlanmak, merak etmek, tüylerini diken diken eden bir şeyler keşfetmek ve bunların hepsini geçmişe bağlı kalarak değil, yeniyi hayal ederek yapmak kıymetli.
Her albüm yeni bir günlüğe başlamak gibi. O dönemin fotoğraflarını hafızamıza katıyoruz. O boş günlük sayfalarını melodilerle dolduruyoruz. Dinleyici tarafımızda da bu durum geçerli. 17 yaşında dinlediğimiz grupların bazılarını hala dinliyoruz ve bize hem o dönemi hem de bugünü hatırlatıyor. Misal Radiohead onların başında geliyor. O yaşlarda Radiohead’e hastalıklı bir ilgimiz vardı. Ha aslında hala da var ama neyse, konumuz bu değil. (Gülerek)
Kid A’i ilk dinlediğim o anı unutamıyorum. “Böyle de müzik yapılabilirmiş” dediğim andı. Kid A öncesinde büyük bir Pablo Honey ve The Bends hayranıydım. Demem o ki geçmişten heybemize kattıklarımız ve günümüzde yaşadıklarımızı bir araya getirip merak duygumuzu koruyoruz. Sonrasında da The Wombats ağacından yeni bir şeyler düşüyor.
- Eski yeni fark etmeksizin birçok grup uyuşmazlıklar ya da farklı dinamikler çerçevesinde yollarını bir noktada ayırırken sizi 20 yılı deviren kariyerinizde hiç ayrılmadınız. Bu, takdir edilesi bir başarı. Bunca seneden sonra hem aynı motivasyonu hem de aynı kadroyu koruyarak yeni bir şeyler söylemeyi başarmak nasıl mümkün oluyor?
Dün akşam verdiğimiz Londra konserinden sonra müzik yapan genç bir kız yanıma geldi ve durumu anlattı. Hatta durumu anlatmaktan ziyade içini döktü. Hatta babası da yanındaydı. O kızı dinlerken bunun her zaman böyle olduğunu söyleyip anlaşmazlıklar karşısında asıl amacını sordum. Bu sadece müzikte değil, hayatın her alanında böyle. Anlaşmazlıklar, sorunlar karşısında asıl amacımız ne? Hayat, bir takım oyunu ve takım oyunu oynamayı er ya da geç öğrenmemiz gerekiyor. Bir grupta olunca ortaya birlikte ürettiğiniz bir şey çıkarıyor ve onun biricikliği karşısında kendinizi savunmasız hissediyorsunuz. O şarkılardaki bir akor geçişi için saatler harcamış olmanın verdiği yorgunluk oluyor… En temelde 3 şey bizi ilk günden beri bir arada tuttu: Alttan almak, saygı ve mizah. Bu üçünü grubu kurduğumuz ilk günden beri merkezde tuttuk ve şanslıyız ki hiçbir zaman sarsılmadı.
Her türlü ilişkide anlaşmazlıklar kaçınılmaz bir gerçek. Tabii ki birbirimize katılmadığımız, şarkılarda içimize tamamen sinmeyen yerler oldu kariyerimiz boyunca. Ancak her zaman demokratik bir şekilde ilerledik ve grubun kararına saygı duyduk. Çünkü hepimizin ortak amacının The Wombats’i başarıya ulaştırmak olduğunu biliyorduk. Hiçbirimiz, hiçbirimizin hayatını zorlaştırmaya yeltenmedi. Hayatımızı kolaylaştırmaktan başka amacımız yoktu. Atıyorum, bir şarkının gitar tonunu beğenmemiş olabilirim. Bunu niye beğenmediğimi gruba söylediğimde, onlar kendi fikirlerini bana belirtiyorlar. Ben hala o gitar tonunu beğenmemeye devam etsem de niye böyle kullanıldığına ikna olabiliyorum. Çünkü hiçbirimiz kusursuz değiliz ve her şeyin en doğrusunu da bilmiyoruz. Birbirimizi uyuz etmek gibi ajandalarımız da yok. Sadece o şarkıyı daha iyi hale getirmek amacımız. O yüzden birimiz ortaya bir öneri attığında her zaman dediğimiz şey, “Hmm, olabilir aslında. Hadi bir deneyelim” oluyor. Sanırım bu şekilde ilk günden beri bir aradayız.
- En son, “Ah ya, kusura bakma, gecikmişim. Gelmek istemiyordum” dediğiniz etkinlik neydi? Misal bu röportaj onlardan biriyse saygı duyarım. 🙂
(Gülerek) Evet, fark ettin! Şaka yapıyorum bu arada, benim için gayet keyifli geçiyor sohbetimiz. Biraz düşünmem lazım bu soruya vereceğim cevabı çünkü başımıza iş açmak istemem… Buna şu kadarını söyleyebileceğim bir cevap verebilirim en fazla. Bazen plak şirketimiz, bize o anda çok manasız gelen ama yapmamız gereken etkinlikleri söylüyor ve oralarda bulunmamız gerekiyor. Öyle anlarda bu bahaneyi kullanmak isterdim.