Yılın ilk yarısını bitirmemize sadece 1 ay kaldı. Birçok açıdan problemli ilerleyen 2025’in sinema alanındaki en büyük olayı Sinners oldu şu ana kadar. Black Panther’in yönetmeni olarak tanıdığımız Ryan Coogler’ın, Michael B. Jordan’ı başrole taşıyarak tek taşla -kelimenin tam anlamıyla- iki kuş vurduğu filmin en öne çıkan tarafıysa ne senaryosu ne de oyunculuk performansıydı. Ses tasarımı ve filmde kullanılan şarkılarla Sinners’ın etki gücü 2-3 katına rahatlıkla ulaştı. Blues’un, şeytanın müziği olarak adlandırıldığı ve filmdeki vampir saldırısının tetikleyicisi olduğu noktada Oppenheimer ile Oscar kazanmış, Childish Gambino’yla olan ortaklığıyla 2010’ların unutulmayan albümlerine imza atmış Ludwig Göransson’un ismini gördük. Ludwig Göransson zaten Sinners öncesinde de hem Oscar hem de Grammy ile rüştünü ispatlamış bir sanatçı olsa da bu film, muhtemelen kariyerinin şu ana kadarki zirve noktası oldu. Uzaktan bakınca, birçok dönemdaşı gibi o da başarılı bir soundtrack yaptı denip geçilebilir belki. Ancak olan şey şu, tıpkı Hans Zimmer’ın 1990’lara damga vurduğu dönemdeki gibi sadece soundtrack yapmadı, filmin akışını değiştirdi. Bu değişiklik, öyle bir noktaya taşıdı ki filmi, 137 dakika boyunca kulaklarımıza inanamadığımız sesler duyduk. Ryan Murphy ve Andrew Bock gibi, sesin ön planda olduğu tüm filmlerde imzası bulunan iki değerli sesçinin yarattığı işitsel dünya, Ryan Coogler’ın kurduğu görsel dünyayla temas edince bunu mükemmelleştiren, hatta dönüştüren isim Ludwig Göransson’dan başkası olmadı. Oppenheimer’dan sonra Sinners’ın da kusursuzluğunu düşünecek olursak akla tek bir soru geliyor? Hans Zimmer’den bayrağı alıp film müzikleri konusunda ileri götürecek isim Ludwig Göransson mu? Bunu biraz irdeleyelim deriz.
Film müziği yapan isimlere baktığımızda farklı bakış açıları görsek de iki temel noktadan ele almamız mümkün oluyor. İlki, filmin ihtiyacı olanı verip üstüne çok gitmeden temiz bir iş teslim eden müzisyenler. İkincisiyse Hans Zimmer, Trent Reznor ve Ludwig Göransson gibi filmi baştan yazarcasına müziğe kafa yoran besteciler. Ludwig Göransson’un kariyerinin ilk büyük adımı için 2010’ların başına, oyunculukta köşeye sıkışmış hisseden Donald Glover’a gitmemiz gerekiyor. Community’den ayrılan ve oyunculuktan öte bir hayat düşleyen Glover, kendine Childish Gambino dedi ve İsveç’ten ABD’ye üniversite eğitimi için gelip hayatını burada kuran Ludwig Göransson ile tanıştı. İkilinin ortaklığı çok kısa sürede 3 tane başyapıt seviyesinde albümle taçlandı. “Camp”, “Because the Internet” ve “Awaken! My Love”ın üretimleri esnasında Göransson, film müzikleri için uğraşmaya başlamıştı. Hızla dikkat de çekiyordu. Sizi internete girip 1 dakikalık bir araştırmayla görebileceğiniz bilgilere boğmaya gerek duymuyoruz ancak Christopher Nolan ile tanışmasının etkisine özellikle değinebiliriz. Nitekim Hans Zimmer’dan sonraki büyük film bestecisi olmasının yolu da burada açıldı. Çünkü imzası bulunan işlerde etnik motifleri modern elektronik müzikle harmanlama konusundaki mahareti, filmlerin içine hızla kapılmamızı sağladı. Black Panther ve Tenet bunun en iyi örnekleriyken, Oppenheimer’da başardığı şey, büyük filmlerin de altından kalkacağını gösterdi. Ki Nolan’sız 2 kez Oscar heykelciğini evine götüren Zimmer’in, Batman üçlemesi, Inception, Interstellar, Dunkirk gibi filmlerde kurduğu işitsel dünya görkemli olduğu kadar ondan sonra gelecek bestecinin sırtına büyük bir sorumluluk bırakıyordu. Tenet genel olarak sorunlu bir film olsa da Göransson, iyi anabileceğimiz sayılı şeyden birini başarmıştı yine de… Nolan ile 2. filmi Oppenheimer’sa, Hans Zimmer’le eşit sayıda Oscar heykelciğine sahip olmasını sağladı İsveçli bestecinin… Özetlemek gerekirse, yalnızca iki besteci arasında değil; film müziklerinin geçmişi ile geleceği arasında bir bayrak değişimiydi bu.
Christopher Nolan dünyasında Hans Zimmer’dan aldığı bayrağı kısa sürede daha da ileri götüren Ludwig Göransson, blues’un temelde olduğu bir filmde gitar temelli bir soundtrack albümünün de hakkını verdiğini gösterdi. Alışkın olduğumuz tipte soundtrack’lere benzemediği gibi blues temelinde türler arası geçişkenliğin de fark edildiği Sinners, bundan sonraki sürece dair ipuçlarına sahip. Ludwig Göransson, elektronik müziği çok kültürlü bir yerden gören ve bunu görsel dünyaya direkt aktaran bir isimden daha fazlası. Childish Gambino ile yaptıklarını düşününce gitar müziği diyebileceğimiz alandaki maharetiyle karşılaşıyoruz. Ayrıca kışkırtıcı işitsel fikirleriyle dinleyiciyi manipüle etmeyi de başarabiliyor. Childish Gambino’nun ‘This Is America’sını dinlemediyseniz ya da dikkat etmediyseniz sadece besteye kulak vermenizi öneririz. Çünkü dinleyicinin hem duygusuna hem de beklentisine ‘seninle ilgilenmiyorum’ deme cesareti gösteren bir şarkı…
Şunu da söylememiz lazım ki Hans Zimmer zamansız bir deha ve yaratıcı. Onun eserlerini, sadece filmlerin çıktığı dönemlere indirgemek zekasına haksızlık etmekten farksız. Alman besteci, büyük anlatılar ve epik hikâyeler için güçlü bir yapı sunarken; Ludwig Göransson daha çok çağdaş, kültürel ve tematik çeşitlilikten besleniyor. Zimmer’ın minimalizmden aldığı ilhamın estetik soğukluğuna Göransson’un cevabı hip-hop ve etnik motiflerin hareketi, rengi oluyor. İkisi de kendilerinden öncesine ve sonrasına dair özgün bir söz söylüyorlar. Hans Zimmer yaşadığı ve ürettiği sürece film müzikleri denince akla gelen ilk isim olmaya muhtemelen devam edecek. Ancak Ludwig Göransson, şimdiden başardıklarıyla geleceğe dair heyecanımızı artırıyor.
Yazı: Ant Arın Şermet