The Birthday Party dönemini de sayacak olursak Nick Cave, neredeyse yarım asırdır her birkaç senede bir albüm yapmaya ve farklı dönemlerindeki, farklı dertlerini, dinleyicisinin kulağına haykırmaya devam ediyor. 40. yılına gelen Nick Cave & the Bad Seeds’in de 18. adımı olan “Wild God”, bir nevi arınmanın hikayesini aktarıyor. Yaşadığı acılar ve kayıpla yüzleşebilme psikolojisini üzerinden atabilmek için yıllardır elinden geleni ardına koymayan Nick Cave, yasın 5 evresini bu albümle birlikte tamamlamış gözüküyor. 2015 yılında kaybettiği oğlu Arthur’un acısıyla yüzleştiği ve en acımasız, en öfkeli ve en çok açık bir yaradan oluk oluk kan akan albümü “Skeleton Tree”, inkar ve öfke aşamasını geride bırakmasını sağlamıştı. Sonrasında kendini yollara bırakmış ve dünyayı köşe bucak gezerek öfkesini dindirmeye uğraşmıştı. Bu süre zarfında, kendimizi ne zaman çaresiz ve biriyle dertleşmeye ihtiyaç duyuyor hissettiğimizde ziyaret ettiğimiz The Red Hand Files’ı da açtı. Bunun için de ayrıca teşekkürler Nick Cave. Cansın…
Ancak yasın sırada bekleyen üç aşaması daha vardı. Kariyerinin, en karanlık albümlerinden birini olabilecek en aydınlık şekilde sunduğu “Ghosteen”, tam böyle bir dönemde çıktı. Sadece 2019’un değil, çıktığı dönemde veda etmek üzere olunan 2010’ların en içedönük ve en yara bandı albümlerden biriydi. Albümün karanlık ve aydınlığı bir arada kucaklayan yapısı, pazarlık ve depresyonu da buluşturmuştu. Bu dönemde eşi Susie Cave, çocukları ve grup arkadaşından çok daha fazlası olan, can yoldaşı Warren Ellis ile kendini bir çizgiye oturtmayı başardı. Tanrıya yönelip, dinlere karşı olan duruşunu değiştirdi. 5 yıl bekledikten sonra da yasın artık geride kaldığını, öfkesinin hala derinlerde olduğunu kabul ederek “Wild God” dedi ve kabullenme aşamasını geride bıraktı. “Wild God”ın teması da tam olarak bu çizgilerin ışığında şekillendi.
PIAS etiketiyle 30 Ağustos’ta kavuşacağımız albümün prodüktörlüğünü, uzun zamandır sürdüğü gibi Nick Cave ile Warren Ellis bir arada yaptı. “Wild God”ın, “Ghosteen”le tek bağlantısı, sadece ondan sonra gelen albüm olması değil, bir yandan “Ghosteen”de başlayan anlatının sona erdiği albüm olması. İki albümün de özü Arthur Cave’in ölümünden sonra, başta Nick Cave olmak üzere geride kalanların ne yapacağıydı. Wild God’ın açılışındaki ‘Song of the Lake’, ‘nevermind, nevermind’ sayıklamasına karışan koroyla daha ilk adımdan bizi yakalıyor ve bir şeylerin değişeceğini fark ettiriyor. Müzik tarafına geldiğimizde, neredeyse 2013 çıkışlı “Push the Sky Away”den beri duymadığımız güçlü bir davul kullanımı bu şarkıda bizi karşılıyor. Onun hemen arkasına gelen iki şarkıdan ‘Wild God’ ve ‘Frogs’ da bir süredir Nick Cave’den dinlemeye aşina olmadığımız yükseklikte şarkılar. Albümün isminin geldiği şarkı olan ‘Wild God’, Cave’in birnevi kendisiyle yüzleşmesi olarak da okunabilir.
“He went searching for the girl down on Jubilee Street
But she’d died in a bedsit in 1993
So he flew to the top of the world and looked around
And said where are my people to bring your spirit down?
A wild god searching for a faraway girl, who was basically a mirage that nevertheless loomed large”
Nick Cave & the Bad Seeds’in son 10 yılı kapsamında oldukça yüksek bir giriş yaptıktan sonra ‘Joy’, ne dinlediğimizi hatırlatan şarkı oluyor. Nick Cave’in çıplak sesine eklenen solo piyano ve yaylılar, şarkının da Cave’in de yolculuğunu gözümüzün önüne getiriyor. ‘Joy’un, 2021 çıkışlı Nick Cave’in Warren Ellis’le yaptığı ‘Carnage’ albümünün dokusuna da oldukça uygun bir şarkı olduğunu söylemek mümkün. Ancak albümün asıl bombası ve hazinesi ‘Joy’dan hemen sonra geliyor. Oldukça oyunbaz bir melodiye eşlik eden davulun bizi karşıladığı, Nick Cave’in vokalinin doksanları anımsattığı ve sözleriyle, hayatının sonraki aşamasına geçtiğini fark ettiren bir ‘Final Rescue Attempt’ bizi bekliyor. Bu şarkı bir anlamda Nick Cave’in tanrıya olan yakarışlarının, ona teşekkür edişine evrilişi… “En son buralarda olduğunda beni kurtarmıştın. Tam zamanında geldin, kaybolmak üzereydim” sözleriyle çarpıcılığı artarken, albümün orta noktasına vardığımızı da fark ediyoruz. “Wild God”ın ikinci yarısı, ilk yarısının temposuna ve görece coşkunluğundan uzak; minimalliğin peşinden koşan bir anlatımı tercih ediyor.
Albümün ikinci yarısı aslında 2019 çıkışlı “Ghosteen”le çok fazla ortak paydaya sahip. Çok daha minimal, çok daha vokal ağırlıklı, çok daha melankolik ve çok daha onu düştüğü yerden kaldıracak bir ele muhtaç. Ayrıca albümün ilk yarısında ufak ufak hissedilen yaylılarla, koro kullanımı, bu yarıda merkeze geçiyor. Şarkıları sanki bir albümde değil de bir kilise korosunda dinliyor hissi artıyor. Çığlıkların birbirine karıştığı, “stop” kelimesindeki her harfin farkına vardığımız ‘Conversion’, hakikaten bir şeylerin dönüştüğünün göstergesi oluyor. ‘Cinnamon Horses’, ‘Long Dark Knight’, ‘O Wow O Wow (How Wonderful She Is)’ ve ‘As The Waters Cover the Sea’, Cave’in sesinin etkisinden çıkamadığımız gibi, adım adım karanlık bir odada oturuyor hissini içimizde hissettiğimiz bir dörtlü.
Albümün yazım süreci aslında önceki Nick Cave & the Bad Seeds albümlerine göre oldukça kısa bir sürede tamamlandı. 2023’e girdiğimiz yılbaşında piyanosunun başına oturup ilk sözleri karalamaya başladığını anlatan Cave, Fransa’da yer alan Château Miraval’da yer alan Miraval Studios ve Londra’daki Soundtree’de albümü kaydedip mix-master sürecine geçti. Albümün mix’i de bulunabilecek en güvenilir ve üst düzey isimlerden biri olan Dave Fridmann tarafından yapıldı. Radiohead’den arta kalan vakitlerini yer yer Tamino’yla turlamaya ayıran Colin Greenwood’un, “Wild God”da bas gitar çaldığını da eklemeden geçmeyelim. Radiohead elemanlarının her zaman Nick Cave’e olan hayranlıklarını dile getirdiği de bilinen bir durum.
Albümün kayıtları esnasında, uzun zamandır dile getirmediği bir ifadede bulunmuştu Nick Cave. O da kendini ‘mutlu’ hissettiğiydi. Uzun zaman sonra ilk kez mutlu olduğunu ve albümün karanlık tarafları olsa da bu duygu durumuyla üretildiğini söylüyordu. Ayrıca bunu Nick Cave varken bizim söylememiz abes kaçardı. O yüzden aynen alıntılıyoruz: “Bu, karmaşık yapısı olan bir albüm”. Bizce de öyle. Farklı duygu durumları ve düzenlemelere sahip 3-4 bölümden oluşan 10 şarkılık bir geçmişle vedalaşma hali.
Nick Cave, “Bu albümde… hiçbir şaka yok. Her şey gerçek. Dinler dinlemez ya etkilenirsin ya etkilenirsin. Dinler dinlemez çarparsa çarpar. Seni yükseltir, bir yerden bir yere taşır. Wild God’a dair bunu seviyorum” sözleriyle albümünü herkes için yapmadığını ama bir anlam ifade edeceğini düşündüğü herkesi etkileyeceğini düşündüğünü sade bir şekilde anlattı. Nick Cave’in müziği de aslında etkileyeceğini düşündüğü insanlara, bizlere; etkilendiği ve onu dönüştüren olayları, böylesine dürüst ve şairane anlatabilme yeteneğinin yansıması. 40 yıla yayılan bir grubun, 18. albümünü yaparken hala ilgi çekmesi, hala merak uyandırması da Nick Cave’in alametifarikası. Yas süreci sona erdi diyebilir miyiz? Belki. Nick Cave bu konudaki asıl muhatap. Ancak artık geçmişi ve kayıpları değil, geleceği ve yaşadığı her anın değerini bildiğini söyleyen de ta kendisi. Vahşi bir tanrı olduğunu söyleyen de. Biz bunların ortasında bir yerde konumlanıp Nick Cave & the Bad Seeds’in yaptığı şeyden etkilenmeye devam edeceğiz.
Puan:⭐⭐⭐⭐
Yazan: Ant Arın Şermet