inceleme: the cure – songs of a lost world

inceleme: the cure – songs of a lost world


nefes almaya devam edebilmek için


“Geride kalan, sevdiği kimsenin ölümünden sonra kendini bir kozaya ya da battaniyeye sa­rınmış hissedebilir. Ancak bu tuhaf ruhsal durumu dışa yansıt­madıklarından, etraftakilere acılarıyla başa çıkabiliyor gibi görünebi­lirler. Ölüm gerçeği, kişinin farkındalığına henüz işlemediğin­den, kişi sevdiği insanın kaybını kabullenmiş görünebilir. Oy­sa gerçekte durum tam bir kabullenememe durumudur.”
Joan Didion – O Yılın Büyüsü
Yarım asıra dayanan bir kariyerin 14. halkası “Songs of a Lost World”…
The Cure’un karanlık, gotik, hatta yer yer eğlenceli tarafı olmak üzere birçok yüzüyle karşılaştık bugüne kadar.
Benimsedik. İçselleştirdik. Sevdik.
Bu hislerin oluşturduğu bütünlükle grubun albümlerini, şarkılarını hatta röportajlarını bile didik didik okuyup izledik. Robert Smith’in, ‘uyumsuz’ ve ‘baskın’ sıfatlarıyla tanımlanabilecek zor kişiliğinin olumlu tarafındaysa bitmek tükenmek bilmeyen bir yaratma aşkı olduğu aşikar. Bir yandan da müzik yapmaya yeni başlamış 20 yaşında bir genç yok karşımızda. Dostlarını, beraber çalıştığı insanları ve ailesinden sevdiği birçok kişiyi kaybetti. Hayat herkese olduğu gibi ona da acımasız tarafını göstermekten beis duymadı. Duymadıkça da Smith’in 80’lerini kaplayan o gotik karanlık, 2020’lerin ortasında tekrar gün yüzüne çıktı. Son The Cure albümü “4:13 Dream”den 16 sene sonra hem de. Başta kardeşini kaybetmenin getirdiği acının bir yansıması olarak her zaman aydınlık olmayan yerinden gördüğü dünyayı kabul etti. Onun için şarkılar söylemeyi tercih etti. Şansımız şu ki, Robert Smith, sadece yas ve acı dolu bir heybeyle çıkmadı karşımıza. Müziğe, üretmeye ve tekrar gülümseyebilmek için açık yaralarının irinini akıtma ihtiyacıyla çıktı karşımıza.

Favoriler birçok hayranın müzikal zevklerine göre değişse de karşımıza genel olarak “Disintegration”, “Pornography” ve “Wish” cevabı çıkıyor The Cure diskografisinde. Bu üç albümün kusursuzluklarını anlatmaya çalışarak “Songs of a Lost World” albümünden rol çalmak manasız. Ancak şu da bir gerçek ki bu üç albümün diğer albümlere göre ayrıştığı nokta, tamamen kişisel ve her saniyesiyle içten oldukları. Bir insanın güçsüz anında kendini hissettiği kadar kırılgan ve tehlikeye açık. Bir o kadar da derdini dürüstçe anlatan. 16 yıl sonra dinlediğimiz ilk The Cure albümü olan “Songs of a Lost World” de tam olarak böyle bir albüm. Çok kişisel. İçten. Dürüst ve kırılgan. Hatta tuttuğu yası göstermekten geri durmayan bir dürüstlükte. Albümün kronolojik sırasını o yüzden boşvererek ‘I Can Never Say Goodbye’a bakabiliriz. Şarkının solosu, klavyenin yoğun kullanımı ve Robert Smith’in “Disintegration” dönemini hatırlatan vokalleri, kardeşine ettiği vedayla birleşince, her yerinden The Cure akan bir şarkı çıkıyor ortaya. Ki yağmur ve şimşek seslerinin kullanıldığı introsuyla nasıl bir ruh haline sürükleyeceğine dair spoiler da verdiğini söylemek mümkün. Albümün kapağı da bu durumu görüp artırıyor. Kapaktaki heykel, Janez Pirnat isimli Sloven bir heykeltıraşın 1975 tarihli Bagatelle adlı eserine ait. O eserin anlattığı nüans da yaşam ve ölüm tam kendisi.

Albümün alametifarikası melankoliyi içimize içimize işlerken bile azıcık da olsa gülümseyebilecek bir şey hissettirmesi. The Cure usulü pop temeline oturan oldukça fazla şarkı var. ‘Warsong’, ‘And Nothing Is Forever’, ‘All I Ever Am’ örnek gösterilebilir. Bunların hem içinde yer alan hem de bazı noktalarıyla ayrışan ‘A Fragile Thing’, tekli olarak yayınlandığı andan beri büyük ilgi gördü ve şimdiden albümün uzak ara en çok dinlenen şarkısı oldu. Bir yandan albümün takdir edilesi sound’unun arşa çıktığı şarkıların başında da ‘A Fragile Thing’ geliyor. 2000 yılında çıkan “Bloodflowers” albümünde grupla çalışan Paul Corkett, “Songs of a Lost World”de karşımıza çıkıyor. Gelgelelim ‘A Fragile Thing’, zaman kavramının muğlaklaştığı, insan gibi kırılgan bir şey. Şarkı sözlerindeki edebi tarafa eklenen harika gitarlar ve davullar da dinleyiciyi kendine çekiyor.

Albümün takdir edilesi sound’unu arşa çıkaran şarkılar demiştik. Onlardan bir diğeri de tam bir konser şarkısı olan ve oyunbaz nakaratıyla merakımızı cezbeden ‘Drone: Nodrone’. Nine Inch Nails’vari, özellikle tercih edilmiş kavgacı gitar ve bas gitarlara eşlik eden Jason Cooper’ın disko temelli davulları muhteşem bir kontrast yaratıyor. Robert Smith’in içinde yaşadığımız dünyaya kinini kustuğu şarkının nakaratı ders niteliğinde. Çok fazla kanaldan gelen karışık bir enstrüman trafiğinin altından ustalıkla kalkan Paul Corkett & Matt Colton ikilisi, en az Robert Smith & Simon Gallup ikilisi kadar bu şarkının başarısında paya sahip. Hatta doyamayacağımızı biliyoruz ama yine de aşağıya 3 saatlik yeni albüm kutlama konserinin linkini bıraktık. 27:40’a tıklarsanız karşınızda ‘Drone: Nodrone’ olacak. Anlatmaya çalıştıklarımızın ilk karşılığı olarak duruyor…

Albümü ilk dinlememizden bu yana girişte alıntıladığımız o cümle dönüp duruyor. Birkaç sene önce kaybettiğimiz harika insan, muhteşem yazar Joan Didion’ın eşi John Gregory Dunne’ı kaybettikten sonra yaşadığı boşluğu, acıyı ve her şeyi bitirme noktasına geldiği halde hayata tutunmaya, nefes almaya edebilmek için bulduğu çözümdü “The Year of Magical Thinking”. Ya da Türkçe baskıdaki ismiyle “O Yılın Büyüsü”. Albümün kapanışında yer alan 10 dakikalık ‘Endsong’, Joan Didion’ın kalemiyle duygudaş bir eser. 6 dakika 23 saniyelik introsundan sonra gelen ilk söz, “And I’m outside in the dark, staring at the blood-red moon”. Hem Cocteau Twins hem de New Order’ın “Brotherhood” albümünü andırırken bir yandan da ‘Plainsong’a selam çakan intro, albümün sound’unun ve müzikal duruşunun en yalın göstergesi. 80’lerde yaşamayı öğrenen bir grubun, 2020’lerde hayatta kalmak için yaktığı bir ağıt var ve bunu olabilecek en sanatsal yerden yakıyor. Klavyeci Roger O’Donnell’dan gitarist Reeves Gabrels’a ki Gabrels, 12 sene sonunda David Bowie ile en uzun süre çalışan gitarist unvanına da sahip, davulcu Jason Cooper’dan grubun kurucu basçısı Simon Gallup’a ve tabii ki Robert Smith’in ta kendisine. Leonard Cohen’in “You Want It Darker”ı The Cure’la buluşsa, muhtemelen ortaya “Songs of a Lost World”ü andıran bir materyal çıkardı. Aynı kabulleniş. Aynı öfke. Aynı melankoli ve aynı sevgi.

Robert Smith kadar mahir bir şarkı yazarının her şarkının her bir saniyesini nasıl planladığını tahmin edebiliyorken albümün mesajını en sona saklaması da şaşırtıcı olmasa gerek. Kayıplarla, vedalarla yaşadığımız; veda etmeye korktuğumuz zamanlara, insanlara, anlara, anılara cesur bir veda. Albümdeki son cümleyi hem kendine, hem bize hem de ilerde bir gün bu cümleyi okuyacak henüz doğmamış ve kaybolan dünyanın şarkılarına kulak vermemiş insanlara hatırlatıyor. Her şey bitse, sevdiğimiz hiçbir şey kalmasa bile The Cure yine orada olmaya devam edecek gibi. 16 sene sonra böylesine güçlü ve zirve yıllarının yanağından makas alan bir albümle döndüğünüz için teşekkür ederiz. Biz kalp siz. Galiba, siz kalp de biz.

Yazı: Ant Arın Şermet

Puan: 4.5/5


Advertisement