bunu okumadan yeni dark sezonunu izlemeyin deriz

bunu okumadan yeni dark sezonunu izlemeyin deriz


dark ile ilgili, ilgisiz birçok şey


Evet o gün geldi çattı, evet Almanca ile yatıp kalkacağımız bir haftalık süreç ve spoiler yememek ve yedirmemek için harcanan kalorilerle beach body’ye kavuşma günleri geldi. Dark’ın ikinci sezonu an itibariyle dayalı döşeli bir şekilde full + full izlenebiliyor, hayırlı olsun.

Peki ben şimdi size ne anlatacağım? Ekim ayının başında Netflix’in davetlisi olarak Dark setini gezmek, oyuncularla tanışmak ve nereye gideceği belirsiz bir sohbetin içinde olmak üzere tahmin edin nereye davet edildim? Fransa olamaz, İtalya değil, İngiltere hiç değil, evet evet Almanya.

Ekim ortasında 30 derecede olan bir Berlin düşünün, biraz düşünmesi zor ama küresel ısınmaya teşekkür ettiğimiz ender anlardan biri dersek daha kolay gözünüzün önünde canlanabiliyor. Hava nefis, “Dark Seti Gezisi” isimli bir iş için havalimanından çıkıp beni havada kapan jazz müptelası şoför abime kendimi teslim ediyorum, işin ne olduğuna ve ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yok, yeni boşanıyorum ve bir anda göğsüm aşağıdaki şarkıyı ilk defa dinliyormuşçasına ısınmaya başlıyor, biliyorum ki önümdeki saatler felaket güzel geçecek.

Öncelikle “Set Gezisi” tembel bir gazetecinin wet-dream’i olabilecek bir şey. Özetle şöyle:

  • – Sete gidiyorsun.
  • – Yemek yiyorsun.
  • – Dolanıyorsun.
  • – Toplu bir röportaj, sohbet gibi bir şey oluyor, soru sormadan köşede durabiliyorsun.
  • – Bitti.

 

Bunu düşünerek “Oh ya, üç saat dururum sonra Berlin’de güzel gezerim” düşüncem sete adım atmamla yok oluyor çünkü soru sormadan veya Dark’ı tırnaklarıyla sıfırdan yaratmış ekibi darlamadan zaman geçmez, geçmemeli, ayıptır.

Set Berlin’in çatında, bütün diziyi burada çekiyorlar. “Nasıl oluyor? Peki The Mağara?” sorusuna birazdan geliyorum ama önce tavuk döner.

Pulp Fiction’da geçen “Hamburgers! The corner-stone of any nutritious breakfast.” cümlesini Türkiye’ye uyarladığımızda karşımıza çıkan eşsiz lezzet tavuk döner, Dark setinin başrol oyuncularından birisi. 20 kişilik gazeteci ekibinden uçağını kaçıran tek gerizekalı olduğumdan dolayı sabahın köründe başka bir uçakla direkt sete getirilen ilk kişi olarak aylak aylak gezmeye başladığımda bütün sete hizmet veren yemek karavanında tavuk döner olduğunu görüyorum, keyfim yerine geliyor. Tavuk dönerin olduğu yerde emek vardır, yaratıcılık vardır, işler yetişir. Orada kötülüğe yer yoktur.

“O onun amcasının oğlu, aşık olduğu aslında annesiymiş, kaynını öldürmüş, kardeş kardeşe kıyıyor” gibi kafa karışıklığına neden olan Dark’ta hiçbir şeyin aslında karışık olmadığını, her şeyin mükemmel bir Alman mühendisliğiyle inşa edildiğini dizinin prodüksiyon tasarımını yapan Udo Kramer’le tanıştığımda anlıyorum.

İşini aşkla yapan, üç dört saat uykuyla bile çalışsa gözlerinin içi parlayan, çalışkan, inanılmaz zeki ve gerçek anlamda çok komik birisi Udo Kramer. 10 dakika prodüksiyonla ilgili bir genel konuşma yapar sonra bizi salar diye düşündüğüm noktadan, sabahlar olmasın noktasına anında ulaşıyoruz. Genelde bu tip ziyaretlerde İtalyan – Hollandalı – Uruguaylı – Meksikalı, yani bir nevi Benetton reklamı gibi olan gazeteciler ekibi sessiz sakin kalır, bundan dolayı da çok konuşacak bir şey bulamayan sanatçılar konuyu beş dakikada “İşte böyleyken böyle, benlik bir şey yoksa kaçıyorum.” diye bağlayıp, zaten onlara külfet gibi gözüken basın turunu tamamlayarak işine gücüne dönerler.

Kramer’a benim “Bi There Will Be Blood tadı yok mu?”,  “Bu güzelim mimariye sahip evleri -ki birbirlerine bu kadar saçmaca benzeyen mimarideki evleri- nasıl buldunuz?” ve “Mağarayı nasıl keşfettiniz?” sorularımla birlikte sanatçı öttürmeye başlıyor.

Duvardaki moodboard’da yüzlerce fotoğraf yer alırken, şıp diye şu fotoğrafı duvardan çıkartıp gösteriyor:

Evet, There Will Be Blood prodüksiyon için referans noktalarından birisini oluşturuyor, helal.

Evlerin keşfi konusunda ise hiç beklemediğim yerden cevap geliyor: “Google Maps’te günlerce gezdik, gözlerimiz şaşı oldu ama sıfır maliyetle scouting yapmış olduk”. Duble helal.

Gelelim The Mağara konusuna… Herkesin en çok merak ettiği, Almanya’da dizi inanılmaz bir popülariteye ulaştığında bizdeki “Asmalı Konak Turu” gibi The Mağara Turu düzenlensin diye herkesin harıl harıl aradığı mağara… Evet cevap geliyor… Yapmışlar. “Gelin size mağarayı göstereyim” diyen Kramer, Berlin’deki setin tam ortasında yer alan ve sıfırdan yaratılan mağarayı gezdirmeye başlıyor.

Mağarayı sıfırdan yaratma fikrinin altında yatan sebepler; gezilen mağaralarda kamera yerleştirilecek alanların ve açıların olmaması, Berlin’e uzak olmaları ve en önemlisi -diziye olan sonsuz güvenden dolayı- gelecek sezonlarda turist akınına uğramasından dolayı çekimlerin aksayacak olmasından olan korku… Bir de tabii her şeyi kendin yaptığında tam istediğin gibi oluyor değil mi? Yıldızlı duble helal.

Prodüksiyon gezisinden sonra bütün ekiple yemek yeniyor. Bütün ekip dediğim şu aşağıdakilerin hepsiyle oturup döner, normal yemek, ne bulduysak yiyoruz, ben dört bira içiyorum çünkü Almanya’da kahvaltıda bira içiyorlarmış.

Dört bira ama küçük bira olduğu için iki biraya eşit diyebiliriz. O ikinci biranın güzel dinginliği ve heyecanıyla mağarada çekilecek bir sahneyi izlemek için yönetmen koltuğunun yanındaki yerimi alıyorum. Sahneyi söyleyip spoiler vermek istemiyorum fakat içinde bağlama & terk etme var dersem diziyi hızlıca hüpletmiş olanlar şıp diye anlayacaktır. Ekip, dört beş tekrarda inanılmaz iyi bir oyunculukla sahneyi tamamlıyor. İşin muazzam kısmı ise oyunculuğun iyi olması veya yönetmenliğin nokta atışı ilerlemesi değil, organik arkadaşlık ruhu… Özellikle “çocuk” oyuncuların arasındaki bağı anlatmak çok zor. Ortaokuldan beri beraber olduğun, hiç kopmadığın ekiple ayda bir gidilen rakıyı düşünün. İlk gelenlerin bir duble koyup meze söylemeden kalanları beklemesi, son geleni herkesin kucaklaması, habersiz gelen “Sen nerden çıktın ya?” kişisine olan inanılmaz ilgi, alaka, sevgi… Bu ekipte hepsi var, bu kadar güzel anlaşan ve gerçekten eğlenen bir ekip ben görmedim, gören, bilen varsa ses etsin, rakıya her zaman ek insan ihtiyacımız oluyor.

Çekim sonrasında önce oyuncular, sonrasında yaratıcı ekiple yarım saatlik bir sohbetimiz başlıyor.

Çocuklara -artık çocuklar dersem herkes anlar diye düşünüyorum- ilk ne zaman “Oldu bu iş lan” dediklerini soruyorum. Berlin’de sokakta gezerken durdurulmalarından, kulüp ve bar kuyruklarında ufak “kayırmaların” yaşanmasından ve tabii ki ikinci sezon onayıyla birlikte “Tamam” dediklerini belirtiyorlar. Hatta onay haberini de hep beraber evdeyken aldıklarını söylüyorlar. Bütün gün sette beraber olup çıkışta da beraber takılıyorlarsa, anlatmış olduğum kimyayı anlayın.

Sağ gösterip sol vuracağım soruda ilk olarak “Whatsapp grubunuz var mı?” diye soruyorum, var diyorlar, hoş. İkinci sorum ise, “Aranızdaki birinin olmadığı, arkasından iş çevirdiğiniz ikinci bir Whatsapp grubunuz var mı?” oluyor, gülerek var diyorlar, tabii ki bir kişi gülmüyor. Arkadan iş çevirdikleri kişi Paul Lux. Biraz üzülüyor çocukcağız fakat “Sen sıkılırsın diye almadık seni ya” gibi kıvırmalara da çok romantik bir şekilde üzülmüyor, Alman sonuçta, gözünü kapar işini yapar. Bu arada ikinci sezon için çekilen tanıtım fotoğraflarında Paul Lux’ın şıkır şıkır bir Rolex taktığını görebilirsiniz, diğerlerinde Rolex yok, galiba bu ikinci Whatsapp grubunda neden Lux’ın olmadığı konusunda ufak bir fikir veriyor.

Ekip, yönetmen, prodüksiyon, kostüm tasarımı, asistanlar… Bütün ekip o kadar büyük bir zevk ve aşkla işini yapıyor ki sabah havalimanında kafamda dolanan “Dizidir en nihayetinde ya” fikri yavaş yavaş dağılıyor ve iki, üç, dört, beş, daha uzun uzun seneler peşi sıra gelecek Dark sezonlarının yolunu gözlemeye başlıyorum. Bütün oyuncularla sarılıp -evet dokunmatik bir ekip- ayrıldıktan sonra Amsterdam’da üniversite yıllarımda en iyi içiş arkadaşım olan Jan’la buluşmak için parkın yolunu tutuyorum. Jan’la arkadaşlığım Club 8’te içki sırasında benim kadar istekli ve gözlerinden alev fışkıran, sipariş sırası ona geldiğinde bir kulüpte şişeyle şarap alan -şu ana kadar bunu yaptığını gördüğüm ikinci kişi- birisi olduğu için “Sen, ben iyi arkadaş oluruz” dememle başlamıştı. O zamanlar hobi olarak fotoğraf çeken, berbat bir işte kirayı ödemek için çalışan, eski sevgilisini bir türlü unutamayan ve unutmayı şişede arayan birisiydi. Haftada iki defa habersiz kapımı çalardı, açtığımda her sefer markası değişen ve devrik bir komünist diktatörün adını hatırlatan marka büyük bir şişe votka ve bir galon portakal suyu elinde olurdu. Evde oturup plak dinler, o şişeyi bitirir, en sevdiğimiz DJ’leri dinlemek için kulüp kulüp gezerdik. Çok derdimiz, tasamız ve hayata karşı sorumluluğumuz olduğunu düşünür, bu ruh halinin altında ezilir, kendimizi ciddi anlamda kötü hissederdik, yanılıyormuşuz. Yaklaşık 12 sene sonra setten çıkıp Jan’la buluşuyorum, şu anda fotoğrafçılığı mesleği olmuş durumda, hem de ne meslek. Büro Bum Bum isimli şirketinde işler tıkırında, keyfi yerinde, yüzüne gerçek anlamda renk gelmiş durumda. “O kız ne oldu?” diyorum, “Ne kızı?” diyor, konuyu daha da açmıyorum, unutmuş. Gerçek anlamda unutmuş. İçki çok içmiyor, daha doğrusu içecek zamanı veya motivasyonu yok. Sonrasında konu bana geliyor, “Evlilik nasıl gidiyor?” diye soruyor, bir yere gitmiyor, boşanıyorum diyorum, iyi diyor, ben de iyi diyorum. Screwdriver adıyla da bilinen aşağılık votka-portakal içmeyi bırakmış, ben de Almanlar bırakınca otomatikman bırakmış sayılıyorum. Ekim ayında üstsüz bir şekilde parkta oturuyoruz, “Sonunda siz Türkleri biraz anladım, bu havada benim de hiç çalışasım gelmiyor.” diyor, haklısın diyorum, biram güneşin altında ısınmasın diye hızlı hızlı cömert yudumlar alıyorum. Dark set gezisi diye gittiğim Berlin’de hava güneşli, ek olarak Jan’ın yeni sevgilisinden çocuk beklediğini öğreniyorum, keyfim daha da yerine geliyor. Bir kapı açılıp bir kapı kapanıyor, hayat da zaten böyle güzel oluyor, değil mi?

 

Doğu Orcan