sofia coppola ve onun biricik yalnız kadınları

sofia coppola ve onun biricik yalnız kadınları


priscilla ve coppola sineması


Ülkemizde vizyonu halen belirsiz olsa da dünya sinemasından bir Sofia Coppola Priscilla’sı geçti ve bu filmi izlemeden önce, Priscilla ile Coppola kadrajı arasındaki ortak noktalara göz atalım istedik: Coppola ve onun biricik yalnız kadınları.

 

Sofia Coppola’nın kadın kahramanları etrafları insanlarla çevrilidir ve sadece kendilerinin görebildiği bir kafesin içinde yapayalnızdırlar. Priscilla’nın Priscilla’sı, filmin ilk anlarından itibaren belki de en yalnız olanı. Onunla bir lokantada tek başına oturmuş, milkshake yudumlarken, yeni bir ülkede yeni bir kız olarak tanışıyoruz. Yalnızlığı tercih eden bir kıza benziyor; annesine yeni arkadaşlar istemediğini söylüyor. Zaten Elvis Presley‘le tanışmasının tek nedeni de gözle görülür biçimde yalnız olmasından geliyor. Onunla görüşmeye devam etmek istemesinin nedeni de kendisinin de Elvis gibi özünde yalnız olmasıdır. Kendisinden 10 yaş küçük ve hâlâ lisede okuyan Priscilla, şatodaki bir prenses gibi kendini onun evinde bulur. 

 

Coppola, Priscilla’nın Graceland’in zenginliği içinde bir merak havasıyla dolaşmasına izin vererek bu metaforu net bir şekilde çağrıştırıyor. Tıpkı Marie Antoinette‘deki Kirsten Dunst‘ın veliahtla evlendikten sonra Versailles’da dolaşması gibi. Her ikisi de kısmen bir kralla olan bağlantıları sayesinde orada olmaya hak kazandıklarını hissediyorlar. Ama yalnızlar ve bir anlamda kapana kısılmış durumdalar. Amaçları bir an önce kaçmak değil. Ama bu yalnızlık onları kısa sürede bunaltıyor.

 

The Virgin Suicides‘ın, The Beguiled‘ın kız kardeşleri, Lost in Translation gibi eserlerinde, belirli bir kadın deneyimine dair özel bir şeyi anlamanın anahtarı olarak yalnızlık teması yeniden ortaya çıkar. Karakterleri çoğunlukla, güzellikleri ve çekicilikleriyle erkeklerin ilgisini çeken ama çevrelerindekilerin sandığından çok daha zengin içsel hayatlar yaşayan genç kadınlardır. Coppola’nın kızlarıyla aynı odadayken tam olarak orada değiller gibi hissettirirler. Her şeyi bir tür psişik uzaklıktan gözlemlerler. 

 

 

Priscilla belki de en uç örnek. Elvis sürekli bir yerlere gidiyor: Amerika’ya, Batı’ya, bir film çekimine, bir turneye. Onun evde, “evdeki ateşin yanmasını sağlamasına”, kameraya güzel görünmesine ihtiyacı vardır. Filmin başında Marie Antoinette’e söylenen şey Priscilla için de geçerlidir: “Bütün gözler senin üzerinde olacak.” En güvenli yeri Elvis’in yatak odasıdır.

 

Ama daha büyümeye bile fırsat bulamadan yıldızının çekimine kapılan Priscilla, onun kaprislerinin insafına kalmıştır ve Elvis’in çok sayıda kaprisi vardır. Kitapları. Fotoğrafları. Ruh halleri. Öfkeleri. O orada olmadığında – ya da ondan uzaklaştığında – yapacak pek bir şeyi kalmıyor. Bahçede oturup yavru köpeğiyle bile oynayamıyor, yoksa kapıdaki aval aval bakanlar onu görüp magazin malzemesi haline getirmeye teşneler. 

 

Coppola’nın yeteneği, Versailles’a çevrildiğinde çok daha sivri köşelere sahipken bu hikayenin bir benzeri, Elvis’in de içinde olduğu bir hafıza sarayını izlememize olanak sağlıyor. Priscilla Presley’nin Elvis’le geçirdiği yıllar kendi hatırladığı gibi anlattığı anılarından Coppola’nın pembe ışıltılı filtresinden geçerek geliyor. İşte bu yüzden Priscilla, Priscilla Presley hakkında bir “biyografi” değil; bir anı filmi. Ana öznesi hakkında değil, onun aracılığıyla anlatılan bir hikaye.

 

Coppola’nın yalnızlık ve tek başınalık üzerine kafa yormasıyla beraber onu bu kadar verimli kılan da budur. Coppola asla hikayesini bulduğu gibi bırakmaz, betimlemelerden ibaret değildir. Yalnızlık karakterin içinde büyür. O, kadim bir gerçeğin modern kaşifidir. Yalnızlığın acısına, gelecekte başkalarına verebileceği bir bilgelik ve öz anlayış kazanmanın eşlik ettiğidir. 

 

Coppola’nın filmlerinde bunun sonu her zaman iyi bitmez. Filmlerinde kadınlar benzer dönüşümlere uğrar: büyüme, hayatta neyin önemli olduğuna dair yeni bir anlayış. Coppola için bu, sessizlikte, gürültü patırtıdan ayrılarak verilen bir derstir.

 

Bu yüzden film yapmasına şaşmamak gerek. Bu onun DNA’sında var. Ama başka bir nedeni daha var: Tefekkür dürtüsünü, sessizliği ve yalnızlığı, en azından bir süreliğine, deneyimlemek için sinemadan daha iyi bir yer yoktur.