sezer koç’un müzikal evrenine girişin parolası: “sadece bi rüya”

sezer koç’un müzikal evrenine girişin parolası: “sadece bi rüya”


coming of age bir film değil müzik janrı olsaydı eğer


Onu aslında çok çok uzun zamandır tanıyorsunuz. İsmine değilse bile büyülü, atmosferik gitar melodilerine epeydir yakından aşinasınız. Hayatımıza her hafta on tane falan yeni ismin girdiği bugünlerin değil, yerli alternatif sahneyi Peyote, Karga hatta Dogzstar gibi enerjisi bitmeyen mekânlar aracılığıyla tanıdığımız zamanlara uzanıyor onun ürettikleriyle tanışmamız. 2010’un sonlarına doğru üniversiteden arkadaşı Can Özen ile kurduğu, bir elin parmağını geçmeyecek kadar sayıda az İngilizce sözlü indie pop üreten gruplardan biri olan The Away Days ile playlist’lerimize giriş yaptı Sezer Koç.

Grupla birçok EP ve single, bir uzunçalar, iki SXSW performansı ve yine sayısız İngiltere ve Avrupa konserine imza atan Sezer, pandeminin dünyayı karartmasına çeyrek kala solo projesine eğilme yolunu seçmişti. Bu solo yolculuğunun hareket noktası ise Kal Yanımda adlı ilk single’ı ile 2020’nin Ekim’inde olmuştu. Devamında yayımladığı Kör Bir Oda, Su, Kurtar Beni, Partiküller ve Bu Düş Değil ile hem kalbe hem kulağa dokunan üretimlerine devam eden Sezer, bu yılın başında ilk albümünün yolda olduğunun müjdesini vermişti. İşte o müjde, Kasım ayının ikinci cumasında Sadece Bi Rüya başlığıyla hayat buldu. Peki nasıl buldu?

Bunun için önce Sezer’in müzikle kurduğu ilişkiye geri dönüp bakalım. Müzikal farkındalığını bebekliğinde, annesinin ona anneannesinden miras alıp okuduğu ninnilerle oluşturan Sezer, yarattığı sound’un büyülü, perili atmosferini de o ninnilerin ilhamıyla yarattığı vokallerle donatıyor. Ailesinin dörtte üçü halihazırda profesyonel değilse bile aile meclislerinde sazları ele alışlarıyla müzikle iç içe olunca Sezer’in de işitsel hafızasında birbirinden ziyadesiyle farklı türler yer etmeye başlıyor. Çocukluğuna dair en güzel hatıraları ailesinin de kökenlerinin dayandığı Trakya’nın Enez’inde, gündüzleri kumdan kaleler yapıp akşamları da amcalarının saz tıngırdatmalarıyla biriktiriyor. Gitar çalmaya 11 yaşında başlayan Sezer, müziğe meraklı çoğu ergen gibi sırasıyla nu-metal, metal, rock ve ardından indie rock’la tanışıyor. Gitar becerilerini geliştirme serüveni büyüme macerasıyla dirsek temasında ilerlerken üniversitede The Away Days’i kuracağı Can’la tanışıyor, ardından 10 küsür yılı aşkındır vücuduna entegre bir uzva dönüşecek olan Meksika yapımı ekru renkli Fender Telecaster’ına evini açıyor. Devamı zaten yukarıda da kısaca bahsettiğimiz üretimler, konserler, turneler ve etrafında gelişenler.

Peki Sezer’in Sezer Koç olarak The Away Days’ten bağımsız olarak yaptığı şey ne? İşte o onlarca yıldır müzik tarihini kurcalamaktan hiçbir zaman geri durmayan grup müziği ile kişisel proje arasındaki, biz bir müzik grubuna mensup olmayanların empati kuramayacağı sonsuz neden ve sonuçlar evreni. Tamamen tek başına yoluna devam ettiği iki senenin ardından geçtiğimiz yaz mevsiminin sonunda tekrar eski grubuna dahil olan Sezer için solo dünyası; kendi oyun alanı, kendisine döndüğü özel galaksisi, “happy place”i gibi bir yerde. Her şeyin altına sadece ve tamamen kendi istediği şekilde imza attığı bir özgürlük anıtı.

Tüm bunlar Sezer’i Sadece Bi Rüya başlıklı bir çıktıya ulaştırıyor. Çocukluğunun en mutlu anlarını yaşadığı Kırklareli’ne neredeyse otuz sene sonra geri dönüp orada tek başına geçirdiği birkaç ayda yarattığı bu çıktı, hem siyah beyaz hem renkli. Tıpkı Sezer’in kendi duygusal evreni gibi. Ağlayarak dans da var içinde, gözyaşları dökerken kahkahalar da. Müziğin herkeste farklı olabilecek tüm tezahürleri var bu 25 dakikada. Kendi kişisel, özel ve şahsi kaçışınız iyi hissetmeye yönelik de olabilir, litrelerce gözyaşı dökerek katharsis yaşamaya yönelik de. Albümü kendi şarkı dizilimiyle dinlediğinizde en majör gibi duyulan parçada ağlayabilir, en minör hissettirmesi beklenen parçada dans da edebilirsiniz.

Örneğin albüm Noksan diyerek açılıyor. Şarkıyı ilk duyuşunuzda 2010’lar başı, Two Door Cinema Club önderliğindeki indie pop’un mainstream olduğu dönemlere gidebilirsiniz. Fakat şarkının ana fikri noksan olmak, eksik olmak, tamam olamamak. Hemen ardından gelen İstasyon ise başlı başına bir Sakin şarkısı olabilecek karanlıkta, ama ismi yine Sezer’in kendini en iyi hissettiği caddelerden birinin adı. Tam da besini, vitamini melankoli olan bi adamdan bekleyebileceğimiz gibi. Peşinden gelen Saat On İki ise hem “ben Sezer Koç şarkısı değilim” diye bağıran, hem de aslında tam da Sezer’in müzikal evrenini inşa ettiği çocukluğuna referans olan bir parça, albümün hit’i üniformasını üzerinde taşıyor. Ateş böceklerinin flört yöntemlerini bir analoji olarak kullanarak bir çiftin arasındaki karşı konulmaz çekimi anlatan şarkı 90’lar Türkçe pop müziğine bir saygı duruşu niteliğinde. Ardından yine Sezer’in tüm ilhamını süzgeçten geçirdiği 2010’lar indie rock’ına selam çakan Hayat İzlerinde var. İster ağlayın, ister dans edin, isterseniz ikisini birden yapın, tamamen size ve haleti ruhiyenize kalmış. Ardından gelen Lambalarda Histeri ise bana sorarsanız albümün en birincil dert babası, Sezer’in en ileri ve en yoğun duygusal dışavurumlarından biri. Şarkıyı her dinleyişinizde aranjesinden sözlerine bambaşka bir öğesi size dadanıyor, İngilizcesi “haunt” olan bir biçimde. Alın The Conjuring 5’ın official soundtrack’i yapın, perileriniz peşinizi bırakmasın. Böyle karanlık bir inişin ardından albümün diğer hit pazu bandını taşıyan yedek kaptanı Gökkuşağı ile parıl parıl bir yükseliş yaşıyorsunuz. Wes Anderson veya Noah Baumbach’ın yönetmenliğindeki bir feel good movie’nin kapanış jeneriğinde duysanız yabancılık çekmeyeceğiniz parça aynı zamanda albümün ilk single’ıydı. Müzikle ilişkisi kadar kendi ruh hali de her zaman Kırklareli’nin sahil şeridindeki Karadeniz gibi fırtınalı ve dalgalı olan Sezer albümün kapanışında da aynısını yapıyor, tanıyanlarını şaşırtmıyor ve Gökkuşağı gibi mutlu eden bir parça ardından Duyuyor Musun? diyerek yine hepimizi gökyüzüne dalmış bakışlarımız, içinden çıkamadığımız melankolimizle bırakıyor. Bu halimizle de albümü en baştan tekrar dinlemekten başka çaremiz kalıyor.

Tüm bu 25 dakikanın edebi inşasına geri dönüp bakmaya kalktığımızda ise karşımızda ayan beyan beliren bir gerçek var ki, singer-songwriter müziği yapmasa dahi Sezer’in hayatının ilk 30 yılında kafesinden salmadığı ciddi bir lirikal birikimi var. Şarkıların her birinde birbirinden dolaylı analojileri yakalıyorsunuz ve bunları fark ettikçe parçalardan aldığınız dinleme tatmini de katlanıyor.

“Coming of Age” dediğimiz şey bir film janrı değil de müziğe dair bir serüven olsaydı diye yola çıktığımız bu albüm hikâyesinde albümün artwork’üne de değinmemek olmaz. 3,5 yaşındaki Sezer’in zorla fotoğraf stüdyosuna götürüldüğü bir günün çıktısı olan bu fotoğraftaki samimi gülüşün, pespembe yanakların, rengârenk kazağın ve gencecik bakışların 33,5 yaşındaki Sezer’de hâlâ tıpatıp aynı duruyor oluşu büyüleyici, ve yoğun bir sarılma isteği uyandırıcı. 3,5 yaşındaki Sezer de; 33,5 yaşındaki Sezer de, albümün farklı farklı onlarca minik büyülerinin serpiştirildiği bu 25 dakika da, bu fotoğraf da, artwork de, Sezer’in kim olduğuna dair çok şey söylüyor, ve bir o kadar şeffaf, bir o kadar dürüst. Nahif, duygusal, doğal, melankolik ve de dinamik. Tıpkı Sezer’in çevresindeki dünyayla ve müzikle ilişkisi gibi. Bu ilişkinin hep böyle kalması ve her geçen gün daha organik ve mutlu olması dileğiyle, herkese iyi dinlemeler.

 

Not: